23 Ağustos 2009 Pazar

Radikal Yazilari....

Ciplak ve Deli Maymun: Insan...
Ernest Becker, insanların kendilerini yadsıyarak, umutsuzca doğanın dışında kalma talihsizliklerinden ya da deliliklerinden kurtulmanın yolunu, "Delilikten ancak başka bir deliliğe geçilerek kaçılabilir" biçiminde önermişti. Ben de, Erasmus'tan ve Becker'den esinlenerek, bana inanılmaz bir yaşam umudu veren ve topluma aykırı gibi görünen bu durumuma, yani benim için yeni sayılabilecek 'deliliğime' övgü yapmaya karar verdim. Gerçi bizler, henüz edindiğimiz deliliklerin onlarca yıl önce edindiklerimizi, onlarca yıl önce edindiklerimizin yüzlerce-binlerce yıl öncekileri ve hatta binlerce yıl önce edindiklerimizin de milyonlarca yıl öncekileri unutturacağını sanıyoruz. Tarihöncesi yaşam biçimlerimizden kalma ve evrimsel varoluşumuz sırasında edindiğimiz biyokültürel davranışları hatırlatan, insanı rahatlatan, ama onları aşan bir "delilik" ya da "bilgelik" bu. Ancak ben, son zamanlarda alt üst olmuş ve tamamen antroposentrik (insan merkezci) bir gösteriye dönüşen yaşam tarzlarımızdan kurtulmanın, antropolojinin alternatif "deli" bakışını temele alarak mümkün olabileceğini düşüyorum. 
Ne derlerse desinler, antropoloji, tarihöncesi-şimdisi-sonrası ve doğadaki yeri ile insanı, antroposentrik bir tuzağa düşmeden değerlendirebilecek bir bilgeliktir. Bu nedenle antropolojinin türümüzün geleceğini yönlendireceği yadsınamaz. Çünkü antropoloji, insanın evrimsel biyokültürel-varoluşu ile gelen iç doğasını ve içinde yaşadığı dış doğasını ihmal etmeden, aksine temele alarak, doğa ve onun tüm canlıları ile eşit, tarafsız bir yere koyabilecek potansiyele sahiptir. Ayrıca diğer birçok bilim, insanın doğadaki yerini ekolojik bir kaygı ile değerlendirme nezaketini henüz göstermedi ve çoğu da bu konuda zorluk çekiyor. Bu noktada antropoloji, insanın kendini doğada yeniden "var" edebilmesi, tanımlayabilmesi için, tüm bunların ötesine geçerek yeni bir özgürleşme hareketi ve bilincinin zemini olmaya doğru gidiyor. Tek başına antropoloji bunu becerebilir mi? Elbete hayır! 
Bir çırpıda mümkün değil bu biliyorum, ama inançlarımızdan ve ideolojilerimizden şüphe ederek başlayabiliriz işe. Desmond Morris insanlar için, "Zamanlarının büyük bir kısmını kendi davranışlarının asıl nedenlerini incelemekle ve en az o kadar bir zamanını da gerçek nedenlerini görmezden gelerek geçirir" der. Ayrıca "insanlar", inançlarını ve ideolojilerini genellikle kendi çıkarlarına çarşaf germek için üretirler ya da zamanla dönüştürürler. Tanrı'lar, denizdeki balıkları, gökteki kuşları, sürüngenleri ve yerdeki hayvanları insana hizmet etsin diye yaratmış. Tanrı bir tek insanları kutsamış ve "verimli olun, çoğalın" demiş onlara. Sonra "Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun" demiş. İnsanoğlu da ilahi yaratılmışlığın ayrıcalığı(!) ile kendisini özelleştirmiş ve yüceltmiş. Böylece, evrimin ileri sürdüğü ve bütün canlıların paylaştığı ortak varoluşun-geçmişin kardeşliğini sadece kendine ait olan ilahi yaratılmışlık senaryosu ile bir kenara itmiş ve kendi çıkarlarını seçmiş. "Hakikatin peşindeki insanlar iç huzurundan feragat edip yaşamlarını sorgulamaya adamak zorundadırlar" der Nietzsche. Tanrı'yı öldürüp ve O'nun tapınağına sığınmaktan vazgeçip, küçük ve basit rahatlamaları bir kenara atıp yaşamı "sorgulamaya" adamayı önerir. İşte, bir "delilik" daha... 

Yanlış tanımlamalar 
Sadece özel yaratılmışlık senaryosu ile değil, insan-doğa arasındaki ilişki (ve ekoloji) uzunca bir süre sonu izm ile biten düşüncelerin birçoğu tarafından da ihmal edilmiş. Marksist felsefenin ekonomik bir indirgemecilikle ayrı bir politik iktidar oluşturma çabası içerisinde dar bir biçimde ele alınması, aynı zamanda Marksist antropologların antropolojiyi ve "insan"ı eksik tanımlamalarına yol açtı. İnsanın tarihöncesi ilişkileri sadece ekonomiye indirgendi ve insan merkezci bir yanılgıya düşüldü. Buna göre insan, "ekonomik kategorilerin kişileşmiş hali, özel sınıf çıkarlarının taşıyıcısı" olarak tanımlandı. İnsanın "insan" olmaya başladığı ilk toplumlardan itibaren gerek toplumun biyolojik ilişkileri, gerekse de ekonomik ilişkilerinin sıralaması çoğunlukla hatalı ya da taraflı belirlendi. İlk toplumlar arasındaki iktidar ilişkileri ekonomik bir belirlemecilikle açıklandı ve bu formül kapitalist ilişkilerin açıklanmasına temel teşkil etti. Tahakküme kapıları açık olan bu yaklaşımın antroposentrik politik iktidarın bir uygulama alanı olarak "devlet" ve "hiyerarşinin" insan-insan ve insan-doğa arasındaki bağı kurmada yetersiz ve yeteneksiz kal(dığı)acağı da aşikâr. 
Le Boétie, 'Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev'de iki soru üzerinde durur: İnsanın doğası niçin bozuldu, toplum niçin bölündü? İnsanın doğası bozuldu, çünkü yaşayan insanların çoğu tutsaktır, düşkünlük içindedir, yabancılaşmıştır, boyun eğmiştir, stres altındadır ve özgürlüğünü kaybetmiştir. İnsanın doğasının bozulması, kendi türü içinde meydana gelen toplumsal bir bölünme ve parçalanma ile gerçekleşti. İnsanın, kültürel değişimi sırasında yarattığı politik iktidarlara itaati ise büyük bir talihsizlik oldu. Toplumun bir kısmı iktidarın uygulayıcısı ve diğer kısmının da yönetilen olması başlı başına bir bölünme ve parçalanmadır. Burada yöneten ve yönetilenleri ile bir egemen yapı vardır. İşte tam bu eşitsizliklerin, parçalanmaların, politik olanın, iktidarın içinde düşünmek aynı zamanda "egemen yapı" içinde düşünmeye ve "var" olmaya itti. Böylece bu yapı sürekli yeni maduniyetler, aidiyetler, tabiyetler, ve nihai olarak köleler doğurmaya devam etti ve ediyor. Clastres'e göre gerçek talihsizlik, "Tarihin doğuşunu, iyi ve kötü toplum arasındaki ayrımı belirler: Doğası gereği bölünmeden uzak olduğu için özgürlüğün hüküm sürdüğü toplum iyi, bölünmüş varlığı ile tiranın zaferine zemin hazırlayan toplum kötüdür." "İlkel" toplumlarda da, politik totaliter iktidarın yani egemen yapının olmadığı toplumlar bölünmemiştir ve özgürdürler. Bu toplumlar, birinin diğerinden değerli olmadığı, "eşitsizliği bilmedikleri için eşitlikçi" olan toplumlardır. 
Tüm politik totaliter iktidarları yıkarak, toplumsal parçalanmaları önleyerek, varoluş ve köken gerçeği ile kendini yeniden "var" etmek için sorgulanması gereken "insan nasıl insan oldu ve doğası nasıl bozuldu?" sorusudur. Bu sorunun cevabı da insan merkezli, madun edici-köleleştirici, tahakküm-iktidar kurucu ve tüketim endeksli yaşam biçiminin aksine, doğayı insanlaştıran değil, insanı doğallaştıran canlı merkezci, eşitlikçi-özgürlükçü evrimsel perspektif ile verilebilir. Doğa, tinsel inançların önerdiği şekilde insanın tükettiği bir "nesne", insan da kapitalizmin önerdiği şekilde bir "tüketim nesnesi" olma talihsizliğinden kurtulmalıdır. Büyüsü bozulan doğanın ve doğası bozulan insanın parçalanmamış bir yaşamı, toplumu ve özgürlüğü tekrar elde etmesi gerekir. Desmond Morris'in de dediği gibi, "Bugün dünyada yaşayan 183 maymun türü vardır ki bunlardan 182'sinin vücudu kılla kaplıdır. Tek istisna, kendisine 'Homo sapiens' (İnsan) adını vermiş olan 'çıplak maymun'dur. Çıplak maymun, hayvandan başka bir şey değildir. Bu nedenle evrimi boyunca biriktirmiş olduğu genetik mirası, çeşitli tinsel ve ideolojik amaçlar nedeniyle atabilmesi mümkün değildir. Bu gerçekleri kafasına iyice yerleştirebildiği anda çıplak maymun belki daha da rahatlayacak, daha eksiksiz bir hayvan olacaktır..." ve bu şekilde başka bir dünya belki daha da mümkündür... 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

INSANIN EVRIMI-YORUM