2 Kasım 2015 Pazartesi

Homo naledi hakkinda bildiklerimiz!



Mağaralar kimi canlıların yaşam alanı iken kimi canlıların da kullandığı geçici barınma alanlarıdır. Bu jeomorfolojik oluşumlar çoğunlukla bir ya da daha fazla pencere ile yüzeyle bağlantısı olabilen doğal yeraltı boşluklarıdır. Yarasalardan tutun da kimi böceklere, küçük boyutlu memelilerden ayılara kadar birçok canlı mağaraları barınak olarak kullanır. Jeomorfolojik yapıları nedeniyle mağaralar yüzeyden ve açık alanlardan daha korunaklıdırlar. Bu yapılarından dolayı mağaralar tarih öncesinde yaşamış atalarımızın da uzun süre, kendi barınaklarını kendi yapabilecek teknoloji ve yeteneği geliştirene kadar vazgeçilmez barınaklar olmuştur. Bugün insanlığın ortak bir davranışı olan evlerimizin duvarlarına resim tablosu, halı ya da fotoğraf gibi herhangi bir sanat eserini asmanın kökeni mağara duvarlarına ilk resimleri yapan atalarımızdan miras kalmıştır. Mağaraların sağladığı sosyal ve güvenli ortamın resim, müzik, iletişim gibi soyut yeteneklerimizin hızla karmaşıklaşmasına neden olduğunu da eklemem gerekli. 

Steven Tucker ve Rick Hunter, mağara bilimcisi (speleoloji) ve Güney Afrika Speleoloji Araştırma Klübü üyesi iki genç. Mağaralar yukarda basitçe bahsettiğimiz fiziksel özelliklerinden dolayı her zaman yeni kalıntıların keşfedilebileceği gizemli ve potansiyel alanlar. Steven ve Rick, jeomorfolojik (karstik) yapısından dolayı onlarca mağaranın bulunduğu ve birçoğunda insan atası fosillerinin keşfedildiği UNESCO’nın Cradle of Humankind (İnsanoğlunun Beşiği) adı ile dünya mirası olarak kayıt altına aldığı Güney Afrika’da araştırmaya başlarlar. 2013 yılında Rising Star (Yükselen Yıldız) mağarasında (Şekil 1a ve 1b) yaptıkları araştırma sırasında yüzeye açılan ağzı yaklaşık olarak 20cm genişliğinde ve derinliği 12m uzunluğunda bir baca buldular. Bu bacanın yeraltında bitişinden itibaren yatay olarak 30m ilerde küçük bir odada (Dinaledi Chamber) fosiller keşfettiler. Steve ve Rick (ve klüpleri) aynı zamanda Güney Afrika Witwatersrand Universitesi ile ortak çalışıyorlar. Buldukları fosilleri üniversiteden jeolog Pedro Boshoff’a gösterdiler ve Pedro bu fosilleri paleoantropolog Lee Berger’ın ilgisi çekeceğini düşünüp onunla paylaştı. Bu fosiller Berger ve ekibinin National Geographic finansal destekli çalışması ile insan evrimi soyağacına Homo naledi ismi ile yeni bir tür olarak eklendi.  Bilimsel çalışmaları eLIFE Sciences  adlı çok da bilinmeyen bir dijital yayınevinin Genomics and Evolutionary Biology (Genomiks ve Evrimsel Biyoloji)  bölümünde yayınlandı. Böyle önemli bir keşifin neden Sicence ya da Nature gibi daha saygın bilim dergilerinde yer bulamadığına pek anlam veremedim açıkçası. Bunlar bir tarafa şimdi bu fosilinin evrimsel hikayesini hep birlikte irdeleyelim. 













Şekil 1a ve 1b. Raising Star Mağarasının bulunduğu bölge ve mağara girişinin görüntüsü (Jamie Shreeve, National Geographic).

Mağarada fosil buluntuların olduğu oda erişilmesi oldukça güç bir yer. Bir paleontolog olarak ilk kez erişilmesi bu kadar güç bir yerde insan atası fosilleri keşfedildiğine şahit oluyorum. Bu fosillerin rahat çıkarılması için Berger 2013 yılında bir duyuru yayınladı. Bu duyuruda özellikle “minyon tipli, dar ve düz göğüs kafesine sahip paleontolojik ve arkeolojik kazı çalışmalarında deneyimli bayan  mağara çalışanlarını işe alınacağı belirtildi, küçük bir ayrıntı ile; çalışma ücret karşılığı olmayabilir. Berger, 57 başvurudan sadece 6 deneyimli ve fiziksel olarak uygun olan adayı seçti. Bu altı kadın yaklaşık olarak 1550 adet fosil çıkardılar. Bu kadınlardan biri olan Elen Feuerriegel herhangi bir ücret almayacağı bu zor işe neden başvurduğu sorusuna “Nasıl başvurulmaz ki, büyük bir keşif heyecanı” şeklinde verdiği cevap ile bazen yaşanılan deneyimlerin parasal karşılığı olamayabileceğine güzel bir örnek veriyor. Ekibin diğer üyeleri ise Hannah Morris, Marina Elliott, Becca Peixotto, Alia Gurtov, ve Lindsay Eaves. Kadın mağara kazıcıları 21 gün boyunca sürekli göz önünde, kamera ışıkları altında çalıştılar. Yerleştirilen kameralar ile yüzeyden mağarada fosil çıkarma işlemi zürekli gözetleniyor, zaman zaman Berger kazıcılara dışardan direktif veriyordu. Bu yeraltı astronotları mağara içinin çok dar olması nedeniyle çalışma koşullarının çok zor olduğunu, 3 kişinin fosillere zarar vermeden aynı anda çalışmasının büyük bir dikkat gerektirdiğini belirttiler. Uzun süre aynı pozisyonda kalırlarsa bacaklarının uyuştuğunu ve sürekli yer değiştirerek neredeyse örümcekler gibi taşların üzerinde saatlerce sabit durarak çalıştıklarını anlatıyorlar. 














Şekil 2. Mağaranın kesit haritası (Jamie Shreeve, National Geographic). 

Homo naledi türünün duyurulduğu bilimsel çalışmada 47 farklı ortak-yazarın katkısı var. Naledi ismi mağaranın bulunduğu bölgede yaşayan yerel halkın dilinde (Sotho dili) “yıldız” anlamına geliyor. İşin ilginç yanı bu insan atası fosillerinin bulunduğu odada çok az miktarda kuş ve küçük kemirgen memelilere ait fosil kalıntılar bulunmuş. Bu fosillerin mağaranın 30m içindeki bu odaya nasıl geldiği ya da taşındığı da merak konusu. Çünkü odaya ulaşmak için yüzeyden 12m uzunluğunda bir bacadan dikey olarak indikten sonra yer altında yaklaşık olarak 30m de yatay olarak dar bir kanaldan ilerlemek zorundasınız. Muhtemelen bu insanlar bu mağaraya herhangi bir tehditten kaçarak girdiler ve çıkamayıp orada öldüler. Ya da çocuk ya da kadınlardan bazıları girdi ve erkek bireyler de onları çıkarmak için peşlerinden girdiler ve bir daha çıkamadılar. Bu mağara insan atalarının yaşadığı diğer bildiğimiz mağaralara hiç benzemiyor, bir barınak olarak kullanmak için çok zor bir girişi var ve dar bir yaşam odası var. Jeologlar mağaranın uzun zamandır jeomorfolojik olarak değişmemiş olabileceğini öne sürüyorlar, bu durumda bu insanların yaşadığı dönemde de mağara bugünkü koşullarında olmalıydı ki bence bu imkansız, ufak tefek fiziksel değişiklikler mutlaka olmuş olmalı, en azından mağarada giriş ve çıkışını biraz daha rahatlatan daha az çökel birikiminden bahsedebiliriz. Diğer bir ihtimal ise bu insanların buraya gömülmüş olması. Şu ana kadar ölü gömme geleneğine dair en eski kanıt yaklaşık olarak 60 bin yıl önce Kürdistan’da Bradost dağında bulunan Shanidar mağarasında yaşamış olan Nenaderthallerden biliniyor. Daha eski dönemlerde yaşamış erken insan türlerinde ölü gömme geleneğine henüz rastlanmadı. Bununla birlikte Neandertaller gibi sofistike ölü gömme geleneği değil ancak basitçe ölülerini herhangi bir çukura atma davranışına İspanya’daki Atapuerca bölgesinde Sima de los Huesos mağarasından biliyoruz. Bu tür Homo heidelbergensis ve bu buluntular yaklaşık olarak 350 bin yıl öncesine tarihlendiriliyor. Ancak Homo heidelbergensis Homo naledi’ye göre çok türemiş bir tür, iki katı beyin hacmine ve sofıstike bir kültüre sahip. Homo naledi’nin beyin büyüklüğü bizimkinin üçte biri kadar, Homo heidelbergensis neredeyse bizimle aynı beyin hacmine sahipti. Direk aklımıza gelen bir soru ise, başka bir çıkışı olmayan bu mağaraya atalarımız ölülerini atmak için neden ölmüş bedeni önce 12m aşağı ardından da 30m yer altında dar tünelde taşısınlar? Doğa ekonomisine ve insan mantığına hiç uymayan bir durum. Sima de los Huesos  mağarasında Homo heidelbergensis ölülerini kuyuya atabiliyordu çünkü kuyunun yeterince geniş bir ağzı ve hareket alanı mevcut. Diğer bir soru ise bu insanlar bu çok karanlık olan mağaraya girdiklerinde çevreyi nasıl gördüler. Berger hiçbir kanıt olmamasına rağmen çok saçma bir biçimde bu insanların meşale kullanmış olabileceğini öneriyor. Bunu nasıl düşüncesizce ileri sürdüğüne gerçekten şaşırdım. Atalarımızın ateşi kontrol ettiğine dair kanıtlar çok keskin değil, en doğru ve belirgin kanıtlar günümüze yakın tarihler. En kabul gören kanıtlar 400 bin yıl öncesine ait, ancak birçok araştırmacı atalarımızın 200 bin yıl ile yaklaşık 1.5 milyon arasında kalan bir dönemde ateşi kullanmayı öğrenmiş olabileceklerini öneriyor. Berger, şu şekilde bir yorum yapsa gayet anlaşılır olacaktı; “bu insanlar bir biçimde mağaraya girmişler, büyük ihtimalle bir tehditten kaçıyorlardı, ancak karanlıkta yollarını nasıl buldukları hakkında bir fikrim yok, zaten mağarada Dinaledi odasına giden tek bir kanal var ve bir biçimde el yordamı ile de olsa yollarını bulmuşlar ve bir daha da çıkamamışlar”. Sizce de daha inandırıcı bir yorum değil mi? Sorulan diğer bir soru ise Homo naledinin konuşup konuşmadığı. Konuşmaya dair ilk kanıtlar Homo habiliste mevcut, H. naledinin konuşup konuşmadığına dair öne sürülen herhangi bir kanıt yok. 
























Sekil 3. Homo naledi türüne ait bulunmuş fosil kalıntılardan bazıları (Berger ve diğ., 2015)

Birkaç kemirgen ve kuş fosili dışında Dinaledi Odası’nda bulunan kalıntıların gerisi sadece insan atalarına ait. Çoğunlukla bu tür buluntu alanlarında başka canlılara, özellikle büyük memeli türlerine ait fosiller de bulunur. Kazı çalışması sonucunda 15 farklı bireye ait yüzlerce fosil iskelet parçası çıkarıldı, bunların içerisinde kafatası, el ve kol kemikleri, bacak kemikleri, dişler ve çene kemikleri, göğüs kafesi kemikleri gibi aklınıza gelen birçok kalıntı mevcut. Buluntuların bazıları1.5m uzunluğunda erkek bir bireye ait. Bu bireyin ayak fosilleri bizimkilere benzer bir biçimde ve onun dik yürüdüğünü gösteriyor, bununla birlikte el ve parmak kemiklerinin anatomisi ise insansı maymunları, daha çok Australopithecus ataları anımsatıyor. Özellikle omuz anatomisi ve kürek kemikleri bu türün halen ağaç hayatını tamamı ile terk etmediğini işaret ediyor. Kadın ve çocuk bireylere ait buluntular buranın belki bir aileye ya da küçük bir gruba ait olduğunu düşündürüyor. 

Dinaledi Odası’ndan ele geçen bütün buluntular homojen bir anatomik morfolojiye sahip, yani kalıntıların morfolojik özellikleri bireylerin tek bir türe ait olduğunu gösteriyor. Bunun yanı sıra cinsiyet ve yaş bakımından farklılık gösteriyorlar. Genel morfoloji bu türün Australopithecus, Orrorin, Shalenthropus ya da Paranthropus cinsleri ile karşılatırılınca Homo cinsine ait olduğunu işaret etmekte. Bu da onun diğer türlere oranla bize daha yakın olduğu anlamına geliyor. Homo naledi türünü bizim cinsimiz içinde sınıflandıran karakterler ise lokomosyon (hareket), çiğneme ve ellerin kullanımı gibi fonksiyonel özellikler. Özellikle uzun bacaklar, güçlü bacak kaslarının olduğunu düşündüren bacak kemikleri üzerindeki kas tutunma noktaları ve bizimkilere benzeyen bilek ve ayak kemikleri önemli benzerlikler arasında. Bütün bu alt uzuv özellikleri Homo naledinin bizler gibi dik yürüdüğünü ve adım attığını gösteriyor. Bu türün el bilek, avuç ve baş parmak kemikleri yine bizimkine benziyor. Bu benzerlik onun Australopithecus türleri ve coğrafik olarak çok yakında bulunan Australopithecus sediba’ya göre ellerini daha yetenekli kullandığının işareti. Homo naledinin çene kasları çok güçlü değil, dişleri de Australopithecus ve Paranthropuslardan küçük, bu da aslında bize benzeyen bir özellik. Bu onların çok sert besinleri tüketemediği anlamına geliyor. Homo naledi yine Güney Afrika’da bulunan, insan evriminde çıkmaz bir yol olarak bilinen ve iskeleti daha iri ve kaba yapılı olan Paranthropuslardan da Homo benzeri özellikleri ile ayrışıyor. Bu karakterler genel olarak bütün iskelet sisteminin daha narin ve ince yapılı olması, daha uzun alt uzuvlara sahip olması, kaftasında daha zayıf elmacık kemiklere, daha dar bir yüze, daha zayıf alt ve üst çene kemiklerine, daha küçük azı dişlerine sahip olması gibi sıralanabilir. Paranthropuslar insanın soyağacında sert bitkiler yiyebilmesi ile ünlü insan atalarıdır. Büyük ve güçlü çene kasları, yine büyük azı dişleri sert otları öğütebilmesini sağlar. Diyetleri çoğunlukla bitki içerdiği için antropologlar arasında çoğunlukla insan soyağacının inekleri diye anılırlar. Homo naledinin üst ve alt çenesinde bulunan kesici ve köpek dişlerinin boyutları Paranthropus (P.)  robustus ile yakın ölçüler taşısa da P. robustuslar zaten küçük boyutlu kesici ve köpek dişlerine sahiptir. P. robustusları ayırd eden özellik ön dişlerine göre çok büyük azı-öğütücü dişlerine sahip olmalarıdır. Homo naledı hem Paranthropuslardan hem de Australopithecuslardan daha küçük azı dişlerine sahip, bu özellik onun büyük olasılıkla bir Homo üyesi olduğunu gösteriyor. Homo naledinin kafatası Homo erectus ve Homo habilise benzer özellikler taşıyor; güçlü bir kaş kemeri ve ense kısmında belirgin çıkıntı bu karakterlerden bazıları. Yüzü ise Homo rudolfensise benziyor. Bununla birlikte Homo naledinin Australopithecuslar ile benzer ilkin özelikleri de var. Bunlar arasında göğüs kafesinin biçimi, uyluk kemiğinin üst kısmı, uzun ve bükük parmaklar gibi onu türemiş Homo türlerinden ayıran özellikler de var. Bu nedenle Homo naledi daha çok erken Homo türleri olan Homo habilis, Homo erectus ve Homo rudolfensis ile benzerlikler gösteriyor. Genel olarak Homo naledi bize benzeyen vücut boyutu, duruş ve yürüyüşe sahip iken Australopithecus benzeri beyin hacmine (yani küçük) sahip. Onun agaçlara da iyi tırmanabildiğini gösteren omuz ve parmak kemikleri varken aynı zamanda insan benzeri el ve bilek kemikleri ellerini de iyi kullanabiliyor olduğunu gösteriyor. Ancak fosil kalıntılarla birlikte hiç taş alet bulunmamış olması bu türün alet kullanıp kullanamadığı hakkında kesin bir yorum yapmamızı da engelliyor. Kısaca benim özetleyebileceğim morfolojik yapı Australopithecus benzeri kafatası ve kalça kemikleri ile Homo benzeri uzuvlara sahip bir tür Homo naledi, yani neredeyse tam bir Homo erectus. Berger bu türü Australopithecus sediba ile evrimsel olarak bağlantılı olabileceğini düşünüyor. BG’nin 2013 Mayıs sayısında Australopithecus sediba hakkında detaylı bir yazı yazmıştım.  Au. sediba Güney Afrika’da Malapa bölgesinde bulundu ve bu türün özellikleri Homo naledi’den farklı olarak Homo benzeri el, kalça ve dişlere sahip iken Australopithecus benzeri uzuvlar ve kafatasına sahip olması, yani neredeyse tam bir Australopithecus africanus












































Şekil 4a ve 4b. Homo naledi türüne ait bir kafatası fosilinin kopyası ve 3 boyutlu canlandırması (Jamie Shreeve, National Geographic ve Witwatersrand Universitesi). 

Bu fosilin morfolojik tanımlamaları ve atıflarında herhangi bir sorun olmamasına rağmen en büyük problem bulunduğu çökellerin jeolojik yaşını bilemiyor oluşumuz. Maalesef bu fosilin hangi jeolojik yaşa ait olduğunu henüz bilmiyoruz, neden jeolojik tarihlendirme yapmadan yayınladılar anlamak güç. Morfolojik olarak erken Homo türlerine benziyor ancak hangi dönemde yaşadığı önemli, eğer 2.5 milyon yıldan daha yaşlı ise ilk Homo türü olmaya aday olabilir, ve bu adaylık ile Homo cinsinin ilk üyesinin ortaya çıktığı coğrafya  Doğu Afrika’dan Güney Afrika’ya geçmiş olur. Son yıllarda insan evrimi çalışmalarının insanın soyağacına en önemli katkısı özellikle 3 ve 1.8 milyon yıllar arasında yaşamış olan insan atalarında düşündüğümüzden daha fazla morfolojik çeşitliliğinin evrimleşmiş olması, daha fazla türleşmenin olup olmadığı ise tartışma konusu. Bu değişim sadece insan atalarında değil onlarla birlikte yaşayan özellikle diğer memeli hayvan gruplarında da gözleniyor. Bunun en önemli nedenlerinden biri değişen çevre koşulları. Bu dönemde meydana gelen küresel iklim değişimleri, Afrika’da iklimsel çeşitliliğin, mevsimselliğin artmasına, ayrıca çeşitli memeli hayvan türlerinin evrimleşmelerine ve yeni türler üretmelerine neden oluyor. Bu konular ile ilgili BG’nin 2014 Mart ve 2015 Mayıs sayılarındaki Dmanisi fosilleri ve Ledi Geraru fosili ile ilgili olan yazıların okunması değerli olabilir. 

Güney Afrika insan evrimi açısından önemli bir bölge. Hatta paleoantropoloji tarihinde ilk Australopithecus fosili Güney Afrika’da 1924 yılında keşfediliyor (Au. africanus). Ardından Ron Clarke’ın keşfettiği yine muhtemelen bir Au. africanus türü olan Little Foot ve Berger’ın keşifleri Au. sediba ve Homo naledi önemli buluntular arasında. Bu tür yeni spekülatif keşifler kritik soru olan ilk Homo türü nerde ortaya çıktı, Doğu Afrika mı yoksa Güney Afrika mı sorusunu yeniden ve yeniden sormamıza neden oluyor. Berger’ın bu ilginç keşifleri soruyu biraz karmaşıklaştırsa da ben yine en eski fosil buluntuların ve özellikle de taş aletlerin halen Doğu Afrika’da bulunuyor olmasının önemli olduğunu düşünüyorum. İlk taş alet kullanımının Australopithecuslar tarafından da paylaşılan bir davranış olduğu genel olarak kabul ediliyor, ancak Homo habilis ve Homo erectus’ları karakterize eden alet teknolojilerini üretmek biraz daha sofistike bir bilinç ve el hareketleri gerektiriyor. Bu durumda taş aleti üretiyor ve kullanıyor olmayı bizim cinsimizi karkaterize eden ve bilişsel karmaşıklığı gösteren bir özellik olduğunu varsaymalıyız.

Güney Afrika diğer memeli hayvan faunaları bakımından da özellikle 3-2 milyon yıl önce Doğu Afrika’dan farklı bir yapıya sahipti. Bu da Güney Afrika’da farklı ekolojik ilişkilerin olduğunu gösteriyor. Çoğunlukla Güney Afrika’da yaşamış olan atalarımızın evrimsel olarak farklı yolları denediklerini ancak başarılı olamadıklarını düşünüyorum. Au. sediba ve Homo naledi gibi çok ilginç mozayik morfolojik özelliklere sahip olan türlerin sanki hayatta kalmak için farklı evrimsel kombinasyonları zorladıkları ve muhtemelen Güney Afrika’da -Doğu Afrika’dan bağımsız- izole bir evrimsel senaryonun gerçekleştiği olasılığı üzerinde duruyorum. 

Bununla birlikte Homo naledinin Güney Afrika’da karstik jeomorfolojik koşullarda ürettiği mozayik evrimsel değişimlerle hayatta kalmaya çalışan talihsiz bir ata form olduğunu düşünmek yerine Berger’ın hayal ettiği şekilde onun ilk Homo türü olduğu –henüz spekülatif- olasılığını düşünmemiz için öncelikle jeolojik yaşını bilmemiz gerekli ve daha sonra Berger’in yeniden Homo cinsini karakterize eden özellikleri tanımlaması gerekiyor, ya da Homo naledinin 2.6 milyon yıldan daha eski taş aletleri ürettiğini kanıtlaması lazım. Güney Afrika’da en eski taş aletler Sterkfontein mağarasından biliniyor ve 2 milyon yıla tarihlendiriliyor. Bu taş aletleri Homo habilisin ürettiği de genel olarak kabul görüyor. Berger’ın Homo naledinin ilk Homo türü olduğunu kanıtlaması için daha çok veriye ihtiyacı var. Aksi takdirde ilk insanın Doğu Afrika’da Rift Vadisinde Etiyopya ya da Kenya’da bir yerlerde 3-2.5 milyon yıllar arasında  bir dönemde ortaya çıkmış olabileceği seçeneği yerini koruyacak. Son tahlilde Ferhat, Homo naledi sana ne düşündürüyor diye sorarsanız, henüz kesin birşeyler söylemek için çok erken, ancak Homo floresiensis gibi beklenmedik bir insan türünün yaklaşık 95-13 bin yıl önce Endonezya’da Flores adasında izole yaşadığını biliyoruz. Homo naledinin yeni bir tür olduğu konusunda yazarlar gayet emin, zira paleoantropoloji tarihinde birçok yeni tür bazen birkaç fosil buluntu üzerinden tanımlanıyor. Homo nalediye ait 15 farklı birey ve 1550 tane fosil buluntu var. Bu fosilin yeni bir tür olduğuna dair tanımlama yapabilmek için yeterinden fazla bir koleksiyona sahipler, yeterince göz dolduruyor, yine de bu onların doğruluğu kesin bir tür tayini yaptıkları anlamına gelmiyor. Makalenin ikinci yazarı olan ve iyi bilinen paleoantropolog John Hawks kendi blog sayfasında faydalı yorumlar yapmış konu ile ilgili. Ayrıca daha detaylı çalışmaların da yakında yayınlanacağını belirtiyor. Ünlü paleoantropolog Tim White bu araştırmacılardan biraz farklı düşünüyor. Aslında yazının başında bahsettiğim bu çalışmanın neden Science ya da Nature gibi saygın bilim dergilerinde yayınlanmadığının cevabını da White eleştirileri ile almış oluyoruz. Berger ve ekibi bu çalışmayı Nature dergisine göndermişler ancak hakemler çalışmaya yetersiz kanıtlardan ve verilerden dolayı red vermişler. Aslında e-LIFE Science dergisi hakemleri de çalışmaya benzer nedenlerden dolayı ilk seferde red vermişler. Ancak Berger bir biçimde çalışmayı yayınlamanın yolunu bulmuş. 

Tim White Homo naledinin yeni bir tür olamayacağını, bu türün bulunduğu mağaradan 800m ilerde Swartkrans mağarasında Homo erectus fosillerinin daha önce bulunmuş olmasının bir tesadüf olamayacağını, Homo naledi fosillerinin de Homo erectusun bir formu olduğunu ileri sürüyor. Sorun biraz da fosilin jeolojik yaşını bilmememizden kaynaklansa da White jeolojik yaş ne olursa olsun Homo naledinin morfolojisinin Homo erectusun bir varyasyonu olduğunu iddia ediyor ve bu yeni türün paleoantropolojide insanın soyağacının sahte-medyatik tür tanımlamaları ile şişirilmesine güzel bir örnek olarak gösteriyor. Diğer bir paleoantropolog Darren Curnoe, Berger ve ekibinin fosilin bulunduğu çökellerin jeolojik yaş tarihlendirilmesini beklemeden aceleci davranıp yeni tür olarak yayınlamalarını da gereksiz bulduğunu belirtmiş. Ünlü primatolog Frans de Waal ise keşfi ve yayını spekülatif bulduğunu belirtmiş, bu kadar ilkin morfolojik özelliklere sahip bir türün ölü gömme gibi türemiş insan türlerinde var olan bir davranış ile anılmasını ve medyada yer bulmasını bilimsel bir sorumsuzluk olarak değerlendirmiş. Diğer bir ünlü antropolog Zollikofer ise buluntuların yeni tür olarak isimlendirilmesini bilimsel saygınlıktan ziyade medyaya karşı bir şov olduğunu, ve bu türü bilimsel tür değilde “medya türü” olarak isimlendirmenin daha doğru olacağını söylüyor. Ayrıca Zollikofer de White gibi bu türün ilkin ve küçük boyutlu bir Homo erectus olabileceğini düşünüyor, ancak jeolojik yaşın bir an önce belirlenmesinin gerekliliğini de vurguluyor. Eğer BG’nin 2014 Mart sayısında yayınlanan Dmanisi fosilleri ve insan evrimi ile ilgili yazıyı okursanız özellikle Homo cinsinin erken üyeleri olan Homo habilis, Homo rudolfensis ve Homo erectus türlerinde yüksek oranda bir morfolojik çeşitliliğin olduğunu ve bu fosillerin hepsinin neredeyse tek bir tür altında toplanabileceği dahi önerilmişti. Eğer Homo naledi türünün bulunduğu çökeller erken Homo türlerine yakın bir dönemi işaret ederse onun anatomik karakterleri de bu yüksek morfolojik çeşitlilik içerisinde kalacak ve büyük olasılıkla Homo erectus olarak sınıflandırılacaktır. 

Bu konuda bir son söz söylemek henüz mümkün değil, ancak son yorum şu şekilde olabilir; Homo naledi, Au. sediba gibi Lee Berger’ın diğer bir ‘medya-tik türü’ olma etiketinden veriler ve kanıtlar onu doğrulayana kadar kurtulamayacak. Bu buluntuların Homo erectusun ilkin bir formu değil de gerçekten yeni bir tür olduğunu kabul etmemiz için 1- Jeolojik yaşın bir an önce belirlenmesi, 2- Yeni tür tanımlaması için ileri sürülen ayırd edici morfolojik karakterlerin gerçekten ayırd edici olup olmadığının bir bilim kurulu tarafından tescil edilmesini ve genel bir konsensus oluşmasını bekleyeceğiz. Ayrıca bilim insanlarının çalışmalarında medya ve popülariteyi değil gerçek bilim kriterlerini takip etmelerini de umut etmeye devam edeceğiz.

Kaynaklar
Berger ve diğ. 2015. Homo naledi, a new species of the genus Homo from Dinaledi Chamber, South Africa. eLife Sciences, Genomics and Evolutinary Biology. eLife 2015;4:e09560. DOI: 10.7554/eLife.09560
Shreeve, J. 2015. This face changes the human story, but how? National Geographic, September 10, 2015. http://news.nationalgeographic.com/2015/09/150910-human-evolution-change/
Hartley, R. 2015. Some bones to pick. 18 September, 2015. Times Live. http://www.timeslive.co.za/thetimes/2015/09/18/Some-bones-to-pick