26 Temmuz 2012 Perşembe

Sürdürülebilir Kalkınma Gerçekten Sürer mi?


Aşağıdaki yazı Bilim ve Gelecek dergisnin 101. sayısında yayınlandı. Ancak dergiye ulaşamayan ve yazıyı okuma şansı elde edememiş olanlar için bloga eklemeye karar verdim. İyi okumlar.

7 Haziran 2012 tarihli Nature dergisinde çok önemli üç makale yayınlandı. Bunlardan en ilginç ve bir o kadar da kapsayıcı olanı “Securing Natural Capital and expanding equity to rescale civilization (Doğal Sermayenin Korunumu ve Medeniyetin Yeniden İnşaası için Eşitliğin Genişletilmesi şeklinde Türkçe’ye çevirebileceğimiz)” Ehrlich ve diğ. tarafından yayınlanan makaleydi. Diğer ikisi ise bu makale ile bağlantılı olarak biyosfer ve biyoçeşitliliğin günümüzdeki durumu ve sorunlarını dikkate alan çalışmalar. Başbakan Erdoğan’ın özellikle her yeni evli çifte üç çocuk önerisi, kürtaj yasağı ve HES çalışmaları gündemde iken ve ayrıca yaban hayatın ciddi bir tehdit altında olduğu ülkemiz için bu konuda alınması gereken çok dersler olduğu kanaatindeyim. Makalenin ana konusu, insanlığın kendi uygarlık tarihinde hiç olmadığı kadar tüketim hırsı ve kültürü içinde olduğu ve dramatik olarak artan insan nüfusunun temel ihtiyaçlarını sağlamaya Yeryüzü’nün kaynaklarının sınırlı olması şeklinde özetlenebilir. Özellikle bu makalenin 20-22 Haziran 2012 tarihinde Rio de Janeiro’da (Brezilya) düzenlenecek olan Dünya Zirvesi’nden önce yayınlanmış olması farklı bir anlam taşıyor. Birleşmiş Milletler Çevre ve Gelişme Konferansı’nın 20 yıl önce küresel bir gündem olarak ileri sürdüğü “sürdürülebilir kalkınma” politikaları tekrar değerlendirilecek ve buna göre dünyamızın kaderi hakkında gelişmiş ülkeler ve büyük şirketler yeni adımlar atacak. Bu toplantıya yüzden fazla devlet başkanı, sayısı ellibine yakın işadamı, sivil toplum örgütleri, ithalat-ihracat dernekleri gibi farklı alandan birçok katılımcı olacak.

İlginç olan Nature gibi bilim politikalarına yön veren bir derginin bu içerikte bir makaleye yer vermesi oldu. Bir an acaba bilim iktidarının muktedirleri de artık neoliberal politikaların ve tüketim çılgınlığının farkına varıp bu konu üzerine gitmeye mi başladılar diye düşündüm. Haksız da sayılmam, bu makale aslında ekolojik krizin ve doğal kaynakların kullanımının insanlığın sosyal ve siyasal problemlerinden bağımsız olmadığını anlatmaya çalışıyor. Bu nedenle doğaya saygılı ve sürdürülebilir bir yaşamın adalet ve eşitlik gerektirdiğini vurguluyorlar. Makalede özellikle kadın haklarının ve kadının erkek karşısında cinsel eşitliğinin sağlanması hatta pozitif destek ile daha da güçlenmesinin ekolojik krizin çözümü ile bağlantısı kuruluyor. Kadın hakları ve doğa korumacılığı arasındaki bağ aslında ekonomi alanında Nobel ödüllü bilim insanı Elinor Ostrom’un çalışmalarından gelmekte. Ostrom, iyi yönetim ve haklar bakımından güçlendirilmiş vatandaşların ve toplumun doğal kaynakların kullanımı konusunda etkili bir koruma biçimi oluşturacağını önermişti. Ancak bu makalenin yazarları kadının gerek ailede gerekse toplumda oynadığı rolün yiyecek, su ve enerji gibi kaynakların kullanımı konusunda daha fazla sorumluluk taşıdığını düşünüyorlar. Bu noktada kadının bilinçlenmesi ve bunları gerçekleştirebilmek için cinsel eşitliğini kazanabilmesi önemli. Sürdürülebilir kalkınma politikalarının önemli bir adımı da bu olacak, alışveriş yapan, yiyecek sağlayan, çamaşır ve bulaşık yıkayan kadının haklarının artırılarak doğal kaynakların kullanımı konusunda bilinçlenmesi ve örgütlenmesi.

Makalenin omurgasını sürdürülebilir kalkınma oluşturuyor. Sürdürülebilir kalkınma tartışmalı bir uygulama olup ve 1992 yılı Dünya Zirvesi toplantısından buyana -son 20 yıldır- yoğun bir biçimde dünya gündeminde olmasına rağmen doğal kaynakların koşulsuz kullanımdan ve endüstriyel gelişim saplantısından herhangi bir taviz verilmedi. Sürdürülebilirliğin temel gerekçesi günümüz istek ve ihtiyaçlarımızı gelecek nesillerin kaderini tehdit etmeyecek biçimde sağlayabilmek idi. Ancak bu daha sonra genişleyerek ekoloji, toplum, ekonomi ve teknoloji arasında nasıl hem daha fazla tüketip hem de doğaya verdiğimiz yıkımlara daha iyi önlemler oluşturabiliriz gibi trajikomik bir “yeşil” uzlaşıya dönüştü. Hatta sürdürülebilir kalkınma politikalarının sosyal eşitlik ve gezegenimizin geleceği için değil büyük şirketlerin daha fazla para kazanımı için geleceği garantiye almasının sürdürülmesi olarak da yorumlayan düşünürler mevcut. Bu nedenle dünyanın dört bir yanında sürdürülebilir kalkınma adı altında göstermelik yeşil politikalar ile endüstriyel yıkım ve gereksiz ihtiyaçların aşırı tüketimi hızla devam ediyor. Yazarların insan nüfusunun aşırı artışına bağlı tüketim çılgınlığından yakınırken dünyada açlık sınırın altında olan insan sayısının da artması tuhaf bir trajedi olsa gerek. Sürdürülebilir kalkınma hakkındaki bilimsel çalışmalar daha sağlıklı ve barışçıl bir yaşam için gezegenin ve insanların sosyal ve ekonomik problemlerine yönelik değil daha çok yeni bir  yatırım alanı olarak biyoteknoloji, genetik, sentetik biyoloji ve nanoteknoloji gibi alanlara odaklandı.

İlkinden 20 yıl sonra yine Rio de Janerio’da düzenlenecek bu zirve toplantısının temel konuları sürdürülebilir kalkınma politikalarının yeniden değerlendirmesi olacak. Birçok demokratik kitle örgütü ve çevre dernekleri bu zirve toplantısından önce daha değerli politikaların karar bağlanması için eylem kararı aldı. Ancak bu demokratik baskıların karar vericiler tarafından çok dikkate alınmayacağı ve küresel kapitalizmin yine “yeşil ekonomi” adı altında bugün yaşadığımız birçok çevre krizine sebep olan gündeminden vazgeçmeyeceği de sürpriz olmayacak bir sonuç. Aslında 20 yıl aradan sonra gerçekleşecek bu toplantı sürdürülebilir kalkınma ve yeşil politikaların kapitalist ekonomide uygulanabilirliğinin olmadığının kanıtı,  buna rağmen yine de sürdürülebilir yeşil politikalar gündeme taşınıyor. Ekolojik kriz başta olmak üzere dünyanın sosyal ve siyasal problemlerin çözümü şurda dursun daha da derinleşti. 20 yıl sonra yaşam insanların büyük çoğunluğu ve diğer bütün canlılar için daha da zorlaştı. Açlık sınırın altındaki insan sayısı 1 milyarı geçti, neredeyse her 6 kişiden biri aç. Köylülere, çiftçilere ve küçük iş sahiplerine yaşam alanı kalmadı. Dünyanın biyoçeşitliliği ciddi derecede azaldı, su kaynakları kurudu ve kirlendi, karbondioksit ve diğer bazı sera gazlarının atmosfere aşırı salınımı küresel ısınmaya neden oldu ve dramatik iklimsel değişimlere neden oluyor. Yiyecek sektörü büyük firmaların tekelinde ve amaç insanların sağlıklı beslenmesi değil daha fazla kâr etmek. Biyoçeşitliliği Koruma kurulları yaşayan canlıları korumak yerine özel şirketler ile anlaşarak korudukları canlıların doğal yaşamından çoktan vazgeçtiler ve gen bankaları oluşturma kararı aldılar. Birleşmiş Milletler İklim Değişimi Kurulu ülkeleri ve şirketleri hava kirliliğini azaltmak için çalışmak yerine karbon ticaretini önererek daha fazla kirliliğin oluşmasına neden oldu. Genetiği değiştirilimiş ürünler ve tohumun tekelleştirilmesi tarım sektörüne onarılması imkânsız darbeler vurdu. Sürdürülebilir kalkınma maalesef “yeşil endüstrileşme” politikaları ile kapitalizmin yeni bir kâr alanı olmaktan öteye gidemedi.

Nature makalesinde yazarlar aşırı insan nüfusunun dünyanın geleceği için en önemli tehlike odluğunu ileri sürseler de gereksiz ihtiyaçların ve büyük oranda enerji ve suyun “gelişmiş ve modern” ülkelerin insanları tarafından tüketildiğini eklemeyi unutmuş olmalılar. Yani bu aşırı nüfusun sadece ayrıcalıklı bir bölümü temiz su, sağlıklı yiyecek, temiz hava, daha fazla yakıt ve enerji tüketiyor, tek kullanımlık eşyaları kullanıyorken dünyanın geri kalan büyük bir bölümü ise zaten tasarruflu yaşamak zorunda. Aşırı nüfus artışı ciddi bir problem olsa da günümüzün en önemli problemi kapitalist ekonominin sınırsız büyüme ve adaletsiz tüketim politikalarıdır. Bu ekonomik ilişkiler içerisinde gerçek anlamda “yeşil” olunamayacağı ve bir “meta” olarak kapitalizmin yeşil maske takabileceği ise kuşkusuz. Gelişmiş ülkeler tarafından diğer ülkelere dayatılan yeşil uyum politikaları ise bu politikaların pazarlanmasından ve yeni ekonomik ilişkilerin kurulmasından ve düzenlenmesinden başka bir şey değil. Maalesef ülkemizde de bu politikalara paralel olarak AKP yönetimi ve Başbakan Erdoğan’ın kişisel tasarrufu ile hastalıklı bir gelişim ve büyüme anlayışı hakim. Maalesef yeşil maske takamayacak kadar yeteneksiz olan hükümetin kalitesiz kapitalist ekonomisi insan haklarından doğa haklarına kadar birçok alanda onarılması imkânsız hatalar yapmış durumda. Hidroelektirik santral barajları ile nehirlerin yok edilişi, köylülerin yaşam haklarının çiğnenmesi, göllerin kurutulması, biyoçeşitliliğin dikkate alınmaması, nükleer enerjinin öne çıkarılması, düzensiz şehirleşme, genetiği değiştirilmiş ürüne yönelik talep, endemik tohumların korunmaması, nüfus artışının özendirilmesinden kadın haklarına kadar gibi birçok örnek mevcut. Maalesef Türkiye sürdürülebilir kalkınma ekseninde yeşil politikalar oluşturamayacak kadar kalitesiz bir kapitalizm ile yönetilmektedir. Bu kadar kalitesiz gelişim ve çevre politkalarının olduğu bir ülkede kapitalizmin yeşil maskesi olarak değerlendirilse de,  sürdürülebilir kalkınmanın bir aşama olarak daha sağlıklı bir gelişim stratejisine katkı sağlayabileceğine de ihtimal vermiyor değilim. Başbakan Erdoğan Rio de Jenairo’da düzenlenen sürdürülebilir kalkınma ile ilgili bu toplantıda yaptığı konuşmada özellikle İslam (Filistin ve Afganistan gibi) ülkelerinde yaşanan insan hakları problemlerini örnek vererek çözüm için küresel vicdanın gelişmesinin gerekliliğinden bahsetti. Genel olarak tüketim eşitsizliğinin yarattığı (birilerinin aşırı tüketirken birilerinin açlık sınırın altında olması) problemlerden bahsetti ve bu konuda adaletin sağlanması gerektiğini belirtti. Bu sosyal sorunlar ile kesinlikle bağlantılı olsa da Rio toplantısının ana konusu sürdürülebilir kalkınma, yeşil politikalar, nüfus artışı ve çevre krizi olmasına rağmen Başbakan Erdoğan bu politikalar üzerinde fazla durmadı ve dikkate değer açıklamalar yapmadı. Gönül isterdiki Başbakan Erdoğan, gezegenimizin geleceği hakkında sürdürülebilir kalkınma politikalarını tartışmak için toplanmış dünya zirvesinde sadece bazı İslam ülkelerindeki insan hakları problemlerini demogojik bir üslup ile dile getirmekle yetinmeyip özellikle kendi ülkesinin sürdürülebilir kalkınma politikaları, ekolojik kriz boyutu ve biyoçeşitliliğin durumu hakkında bazı bilgiler verebilsin, dünyanın geleceği hakkında yeni anlayışlar getirebilecek öneriler sunabilsin. Türkiye’nin küresel anlamda çok önemli bir biyolojik çeşitliliğe sahip olduğunu ve bu çeşitliliğin büyük bir kriz içerisinde bulunduğunu belirten Çağan Şekercioğlu ve diğer ortak yazarların 2011 yılı Aralık ayında yayınladığı “Turkey’s globally important biodiversity in crisis (Türkiye’nin küresel bakımdan önemli olan biyoçeşitliliği krizde)” başlıklı dünyada ses getiren makalesinden haberdar olsun. Ya da sürdürülebilir kalkınma politikaları ve çevre sorunlarını sosyo-politik bir eksende araştıran Murat Arsel’in çalışmaları ilgisini çekmiş olsun. 

......................................

Çok değil, bundan yaklaşık 8 ya da 9 bin yıl önce yani Neolitik (tarım) Devrim’in hemen ardından yerleşik hayat ile birlikte o günün şartlarına göre dünyada inanılmaz bir insan popülasyonu artışı oldu. İstatistik hesaplamalara göre yaklaşık 8 bin yıl önce bütün dünyada var olan insan nüfusu günümüz Türkiye’sinin sadece 1/7’si kadardı, yani 10 milyon. Bu dönemde yaşayan insanların çoğu konar-göçer ve avcı-toplayıcı gruplardı. Bu gruplardan kimileri iklimsel değişimleri takip ederek konar-göçer yaşam biçimini sürdürürken kimileri de bitkileri ve hayvanları evcilleştirerek yerleşik hayata geçti. Birçok günümüz antropologu, arkeologu, sosyologu ve tarihçisi yerleşik hayat tercihi ile değişen üretim biçiminin bugün yaşadığımız çevre sorunlarının nedeni olduğunu düşünüyor. Bunu para, ticaret, din, güç ve zenginliğin bir biçimde o dönemin üretim ilişkileri içinde doğmuş olmasına bağlıyorlar. Özellikle son 5 bin yıldır tarımın daha gelişmesi, beraberinde daha karmaşık sosyal ilişkilerin doğmasına, toplumun yönetenler ve yönetilenler gibi statüsel uçurumlar ile ayrışmasına neden oldu. Güç ilişkilerinin dini inanç ile desteklenen eril sembollerin egemen olduğu bir dünya ve üretim biçimi popülerleşti ve kitleselleşti. Özellikle kadının doğurma özelliğinin ve cinsel statüsünün ataerkil bir mekanizma ile kontrol edilmesi günümüzde dahi çözülemeyen bir cinsiyet eşitsizliğinin zemini oldu. Yaklaşık bu dönemlerde kadın üzerinde kazanılan ataerkil tahakküm, kürtaj meselesinde olduğu gibi onun cinsel özelliklerinden faydalanma hakkını gerici-muhafazakâr ülke politikalarına kurban etmeyi erkeğin tekeline bıraktı. Kadının ve haklarının erkek tarafından adaletsizce sümürülmesi ve bir cinsiyet olarak kadının kimliksizleştirilmesi ve pasiflestirilmesi, dolaylı olarak ekoloik kriz ve sürdürülebilir kalkınma politikaları bakımından daha duyarsız bir toplumun oluşmasına da yol açtı. Erkek egemenliği, dini otoritenin erkeğin tarafında yer alması ve kapitalizmin –üretim biçiminin- kadını salt bir meta olarak algılaması ve sunması, kadın ve erkek cinsleri arasındaki organik/evrimsel ve biyo-kültürel bağları kopartarak sadece sosyal/siyasal ilişkilerde sorunlara değil aynı zamanda doğaya/ekolojiye yabancılaşmış ve uzaklaşmış birey ve toplumların oluşmasına da yol açtı. Bu nedenle, Nature dergisinde yayınlanan makalede araştırmacıların önerdiği kadının ve kadın haklarının toplumda ve özellikle erkek karşısında güçlenmesinin sadece ekolojik krizin çözümünde rol almayacağı aynı zamanda sürdürülebilir kalkınma politikalarına da katkı sağlayacağı ve sosyal eşitsizliklerin çözümüne yardımcı olacağı yönünde.  

Tarım ve yerleşik hayat insan populasyonlarının büyümesine olanak sağladı. 8000 yıl önce 10 milyon olan insan nüfusu 1750 yılında tahmini nüfus hesaplamalarına göre 800 milyona ulaştı. Büyüyen insan populasyonunun buna göre ihtiyaçları da büyüdü. Neolitik tarım devriminin ardından insan yaşamını dramatik bir biçimde etkileyen ikinci dönem sanırım İngiltere’de başlayan endüstriyel devrimdir. Kömürün kullanımı ve taşımacılığın gelişmesi ticaret ve diğer birçok ekonomik ilişkileri ulaşılabilir hale getirdi. Teknolojinin gitgide kompleksleşmesi üretim hızını ve çeşitliliğini de artırdı. En yüksek dağlardan okyanus diplerine, kutuplardan tropik ormanlara varan çevresel bir yıkım başladı. Avcı-toplayıcı konar-göçerlerin ve tarım toplumlarının doğadaki sınırlı yaşamı yerini endüstri devriminin insana kazandırdığı ihtişamlı gücün doğayı koşulsuz sömürüsüne bıraktı. O günden bugüne bu çevresel yıkım teknolojinin gelişimine paralel artarak devam etmekte. Dinin yaratılış ayrıcalığı ve antroposentrik politik ideolojiler ile desteklenen saplantılı endüstriyel büyüme, modernizm ve küreselleşme bizleri doğanın efendisi olduğumuz fikrine oldukça inandırdı. İnsanları salt ekonomik ilişkilerin taşıyıcısı haline getiren bu yabancılaşma, içinde bulunduğumuz üretim ilişkilerinin bir yanılsaması olarak bizleri doğanın efendisi olmaktan ziyade daha çok tüketim kültürünün hastalıklı ve psişik kölelerine dönüştürdü.

Doğaya ve üretim ilişkilerine yabancılaşmadan bahsederken sanırım Karl Marks’ın bu konudaki analizlerine değinmemek pek yerinde olmaz. Marksist analizin ekolojik problemlere getirdiği çözümlemeler uzunca süre pek anlaşılmadı hatta yanlış bile yorumlandı denebilir. Dünyadan örnekler bir yana ülkemizde bu konuda yani Marks’ı yanlış anlayanların başında sanırım dünyaca ünlü jeolog Celal Şengör gelmekte. Ne zaman onun hakkında bir yazı okusam veya pozitivist bilim yorumlarını dinlesem aklıma hep Şengör’ün o dönem Show TV’de Siyaset Meydanı (sanırım 2009 yılı) Marksizm’i bir din olarak nitelendirip ekolojik yıkımın nedenlerinden biri olarak göstermesi gelir. Bir yandan bilimin faydalarını ve evrim kuramının doğruluğunu önerirken diğer bir yandan da dindarlar ile Marksizm düşmanlığında karşılıklı olarak ortak paydada buluşması bana son derece ilginç ve ironik  gelmişti. Bundan bahsetmemin nedeni, aslında Şengör’ün düştüğü çukura farklı siyasal kanatlardan birçok organizasyonun ve kişinin düşmesi. Şengör, Marks’ın 1845 yılı baharında yazdığı, Ludwig Feuerbach and the End of Classical German Philosophy (Ludwing Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu) adlı eserindeki 11. tezine atıf yaparak Marksizm’in ekolojik yıkıma neden olduğunu belirtmişti. 11. tez şöyle, “The philosophers have only interpreted the world, in various ways; the point is to change it./ Filozoflar dünyayı çeşitli biçimlerde sadece yorumladılar; önemli olan onu değiştirmektir. 11. tez, Şengör’ün iddia ettiği gibi doğal dünyada ekolojik tahribatı değil siyasal ve sosyal alanda bir değişimi ve aktivizmi vurgular. Marks, eğer toplum ve doğa arasındaki ilişkileri değiştirmek istiyorsanız öncelikle insanları bulundukları üretim ilişkileri içerisinde değerlendirmek ve bunun etkisindeki yaşam biçimlerini ve materyal ile olan ilişkilerini sorgulamak gerektiğini söyler. Ona göre pre-burjuva toplumlarda insan ve doğa birlikte tanımlanır ancak kapitalizmde insan ve doğa birbirinden ayrılır ve –endüstri devriminde olduğu gibi- insanin doğa karsısındaki zaferi ve gücü ile ilişkilendirilir. Marks üretim biçimi ve doğanın insan tarafından tanımlanması arasındaki ilişkinin önemini vurgular. Örneğin Neolitik zaman üretim biçiminde doğa bir ana olarak sembolize edilir. Koloniyalizm ve kölelik sürecinde doğa, doğaüstü ilişkiler çerçevesinde cezalandıran ve ödüllendiren bir güç olarak tanımlanır; feodalizm de ise varoluşun hiyerarşik zinciri olarak algılanır; kapitalist üretim biçiminde doğa, atomik düzeyde mekanize edilmiş, ekonomik dönüşümün kuralları ile kontrol edilen, insan tarafından değişime uğratılabilen, özgürce tüketilecek varoluşsal bir hediye olarak algılanır.

Marksizm, tüketim çılgını kapitalist yaşam biçiminin aksine, üretim ve tüketim ilişkilerinin gerçek ihtiyaçlar temelinde düzenlendiği, doğayla barışık bir yaşamı önerir. Marks, Engels, Proudhon ve Morris genel olarak dünyanın endüstriyalizm ve kapitalizme geçiş sürecinde yaşamışlardır ve ekolojik kriz onların yaşadığı dönemde köklenmiş olsa da günümüzün en ciddi problemlerinden biridir. Ayrıca Habermas, Adorno, Horkheimer, Marcuse, Foster ve Bookchin gibi düşünürlerin katkıları ile Marksizm ve ekoloji ilişkisi yeniden değerlendirilmiş ve geliştirilmiştir. Kaldı ki Engels, insan ve doğa arasındaki ilişkinin insanın başka bir insana egemenliği ya da hakimiyeti gibi olmadığını belirtir; insanın düşünce ve beden olarak doğaya ait olduğunu, eğer bir üstünlükten bahsedilecekse bu sadece insanın doğanın yasalarını öğrenip onunla uyum içerisinde yaşayabilecek avantaja sahip olmasıdır. Marks’ın emek tanıtımı tamamen ekolojiktir, ona göre sosyal bir üretim olan emek işçi ve doğa arasında gelişen bir süreçtir. Bu süreç yani emeğin oluşum süreci doğa ve insan arasındaki ilşkiyi düzenler ve kontrol eder. Emek, insan ve doğa arasında karşılıklı bir değişim ve etkileşim sürecidir. Emeğe biçilen değerin anlamı sadece insan merkezci bir kazanım değil aynı zamanda evrimsel olarak insanın edindiği üretim eyleminin doğa ile barışık düzenlenmesi açısından da önemlidir. Marks’a göre emek ve doğa kapitalizme (kapitalist gelişme ve büyümeye) karşı hareket eder, çünkü her ikisi de üretim ve tüketim bağlamında sınırlıdır. Bu nedenle kapitalist neoliberal ekonomide doğa düşmanı emek-sermaye çelişkisi ekolojik krizi derinleştirmekten öte gitmemiştir.

Bununla birlikte Liebig’in 1840 yılında, Organic Chemistry in its Application to Agriculture and Physiology adlı eseri yayınlamış ve bu çalışmanın 1862 yılı baskısı İngiltere’de skandal yaratmıştır. Ekosistem ile barışık bir tarım modeli geliştirilmesi gerektiğini öneren Liebig Marks’ın gözünden kaçmaz ve Engels’e yazdığı mektupta Liebig’in çalışmalarının çok önemli olduğunu belirtir. Kapital’in birinci cildinde de modern tarımın yıkıcı etkisi ve Liebig’in önemli katkısı olarak not eder: “Büyük ölçekli tarım ve büyük ölçekli endüstri, isçileri yabancılaştırmakta ve toprağı yok ederek doğanın yasam koşullarının dengesini bozmaktadır” der. Bugün de içinde bulduğumuz problem tam da bu değil midir; saplantılı ve sınırsız endüstrileşme ile doğanın ve onun kaynaklarının koşulsuz sömürüsü ve aynı zamanda işçilerin emeklerinin sömürülmesi ile bireyin ve toplumun üretime ve yaşama yabancılaşması.

Bu noktada bahsedebileceğimiz ilginç bir makale ise Pauline Deutz’un geçen Şubat ayında Sustainable Development (Sürdürülebilir Kalkınma) dergisinde yayınladığı “A Class-Based Analysis of Sustainable Development: Developing a Radical Perspective on Environmental Justice (Sürdürülebilir Kalkınmanın Sınıf Temelli Analizi: Çevre Adaleti Üzerine Radikal Bir Perspektif) başlıklı çalışma. Bu çalışmada Deutz, sürdürülebilir kalkınma ekonomisinin ülkeler arası ve ülke içi ölçeklerde farklı sınıflar için, kaynakların ve ürünlerin kullanım ve erişim eşitliğinin adaletli olamadığı ve bu anlamda yani sosyo-ekonomik çıktıları bakımından aslında kapitalist ekonomiden farklı olmadığını belirtir. Temiz su, temiz hava, sağlıklı besin ve daha fazla yeşil alanın özellikle metropollerde yüksek gelirli kesimin faydalanabildiği, düşük gelirli olanların ise bu çevresel haklardan faydalanamadığını anlatmaya çalışıyor. Hatta birçok şirketin yeni bir popüler eğilim olarak işe alacağı işçilere “yeşil iş (doğal ve sağlıklı çalışma koşulları)” önermesi işçiler arasında haksız çalışma koşullarına da neden olmakta. Bu bağlamda çevresel/ekolojik adalet, faydalı (temiz hava, temiz su ve daha fazla yeşil alan) ve faydasız (hava kirliliği ve kirli su…vb.) kaynakların eşitlikçi dağılımı, demokrasi ve katılımcılıkla bağlantılı. Deutz, çevresel/ekolojik adaletin paylaşımının yine sınıf-sermaye çelişkisi içerisinde irdelenmesi gerektiğini, çünkü farklı sınıfların bu haktan adaletsiz paylaşımının olduğunu vurguluyor. Nature dergisinde yayınlanan makale çoğunlukla kadın hakları üzerinde yoğunlaşsa da Deutz yeşil politikaların ve sürdürüleiblir bir yaşamın işçilerin sorunlarından bağımsız olmadığını ve onların katkısı olmadan değişim gerçekleşemeyeceğini öneriyor. Ekolojiyi tehdit eden en büyük problem nüfus artışı gibi görünse de –bununla bağlantılı olarak- aslında daha büyük bir tehdit dünyanın büyük şirketlerinin doğa dostu olmayan çalışma politikaları. Güney Amerika’dan Asya’ya ve Afrika’ya büyük şirketlerin tahrib etmediği arazi neredeyse kalmadı. Doğanın bu anlamda sömürülmesi bu süreç içerisinde salt hayatta kalma çabasında olan işçilerin emeğinin sömürülmesinden bağımsız değil. Deutz bu ilişkiler aydınlatabilmek için dört temel kategori belirliyor; devlet, sermaye, işçi ve çevre. Devlet burada politik otoriteyi, sermaye kapitalist uygulamaları, isçi ise yetenek ve eğitime göre farklı gelir gruplarını ve çevre ise hava, su, enerji ve yerleşim alanı gibi doğal kaynakları niteliyor. Sermaye, işçi ve çevre birbiri ile kesişen üç farklı küme iken devlet yani otorite bunların hepsini kapsıyor. Sermaye ve işçinin kesişim kümesi birinci alan ve bu alan emeğin sömürülmesi olarak kapitalizmin ilk çelişkisi (kapitalistler işçi ödemelerinin düşük tutulduğu bir pazarı yaratır). Sermaye ve çevrenin kesişim kümesi ise ikinci alan ve bu alan ise kapitalizmin ikinci çelişkisi olarak geleceği düşünmeden doğal kaynaklar ve bütün ekosistemi bir yatırım alanı olarak sınırsız sömürüsü). Sermaye, işçi ve çevrenin kesişim kümesi ise kapitalizmin, ekonomik ve çevre politikalarının benzerliğini –her ikisini de bir sümürü ve kâr alanı olarak görmesi- yansıtmaktadır. Devlet politik bir otorite olarak bütün bu ilişkilerin bürokratik kontrolünü belirliyor. Bu noktada devlet ve sermaye aslında işçi emeğinin ve çevrenin, doğal kaynakların nasıl tüketileceği hakkındaki karar mekanizmasının baş aktörleri.

Ekolojik krizin çözümüne yönelik en önemli Marksist katkı özel mülkiyete olan eleştiri olmalı. Marks bireyin ve toplumun doğada özel mülkiyet sahibi olmaması gerektiğini söyler. Doğada insan dışında hiçbir canlının nesneler ile arasında mülkiyet ilişkisi yoktur. Bu öneri çok değerlidir ve ekolojik krizin çözümünün temel taşlarından biridir. Marks mülksüzlüğün daha doğal ve ekosistem yararına olacağını işaret eder. Kapitalist üretim ilişkilerinin birey ve toplumda sadece sistematik bir yabancılaşma değil, aynı zamanda bir canlı olarak içinde var olduğu doğaya ontolojik yabancılaşma yaratacağını vurgular. Marks’a göre, kapitalizmde insan-insan, insan-emek, insan-nesne ve insan-doğa arasındaki en önemli bağlantı paradır, doğa bir alışveriş merkezine dönüşür ve alınıp satılabilen bir meta haline gelir. Sadece doğa değil, kapitalizmde insan emeği alınır satılır ve böylece insan kendi yaşamını da satarak içinde yasadığı doğada özneleşmeden uzaklaşarak kimliksiz bir canlıya dönüşür. Metalaşan insanın doğada ontolojik olarak bir yeri yoktur. İnsanoğlu üretim için emeğin gücünü, hammaddeyi yani doğayı, teknolojiyi ve bireysel-toplumsal ilişkileri kullanır. Engels, kapitalizmin insanı “yüksek yıkıcı üstünlüğü ile doğanın efendisi” biçiminde tanımladığını söyler.

Bu anlamda makaleye geri dönersek, sürdürülebilir kalkınma politikalarından ziyade etkili bir değişimin ancak ekolojik krize ve toplumlar arası sosyal ve siyasal prolemlere çözüm oluşturacağını söyleyebiliriz. Bu değişim bugüne kadar sahip olduğumuz birçok alışkanlıklarımızı, ilişkilerimizi ve algılarımızı değiştirecek yeni bir kültürü sunmalıdır. Sürdürülebilir kalkınma ve bu çerçevede önerilen küçük göstermelik yasal değişiklikler bugüne kada bir iyileşme sağlamanın ötesinde uçurumu daha da derinleştirdi. Kapitalist tüketim politikaları sadece sınıflar arası eşitsizliklere ve ekolojik krize değil aynı zamanda bir birey olarak sosyal statümüzden tutun da kendi psişik dünyamızı yeniden biçimlendiren, kimlik kazandıran yaşamımızın olmazsa olmaz bir parçası haline geldi. Daha çok tüketerek ve edindiğimiz nesneler ile kendimizi ifade ettiğimiz bir sistemde yaşıyoruz, hatta bunun daha da ilerisi olan sanal ve dijital tüketimden bahsetmedim henüz. Yani birey bazında çevresel ilişkilerimizin her bakımdan tüketim politikaları ve nesneler ile kontrol edildiği bir zaman dilimindeyiz. Bireysel duyarlılıklarımız başka bir yaşam alternatifi düşünemeyecek düzeyde ve saplantılı bir biçimde kontrol altında. Hatta gezegenimizden bile vazgeçtik, bütün bilim kurgularımız bu dünyanın sona ereceğinden dolayı uzayda yeni dünyalar bulmaya çoktan şartlanmış. Sürdürülebilir kalkınma sadece doğaya daha az zararlı nesnelerin üretimini teşvik etmekten öte bir görev üstlenmemiş görünüyor. Neoliberal kapitalist ekonominin, sürdürülebilir kalkınma politikaları ekseninde “sürdürülebilir” kısmı ihmal edip “kalkınma” kısmına odaklandığı ortada. Bu nedenle, Deutz’un sınıf perspektifine atıf olarak “dünyanın bütün işçilerinin gezegenimizin geleceği için bir araya gelmesi” geriye kalan en gerçekçi umut.

Makaleler hakkında daha fazla bilgi için:

Ehrlich ve diğ., 2012. Securing Natural Capital and expanding equity to rescale civilization. Nature. Vol 486:68-72.

Deutz, P. A Class-Based Analysis of Sustainable Development: Developing a Radical Perspective on Environmental Justice. Sustaınable Development. DOI:10.1002/sd.1528