2 Kasım 2015 Pazartesi

Homo naledi hakkinda bildiklerimiz!



Mağaralar kimi canlıların yaşam alanı iken kimi canlıların da kullandığı geçici barınma alanlarıdır. Bu jeomorfolojik oluşumlar çoğunlukla bir ya da daha fazla pencere ile yüzeyle bağlantısı olabilen doğal yeraltı boşluklarıdır. Yarasalardan tutun da kimi böceklere, küçük boyutlu memelilerden ayılara kadar birçok canlı mağaraları barınak olarak kullanır. Jeomorfolojik yapıları nedeniyle mağaralar yüzeyden ve açık alanlardan daha korunaklıdırlar. Bu yapılarından dolayı mağaralar tarih öncesinde yaşamış atalarımızın da uzun süre, kendi barınaklarını kendi yapabilecek teknoloji ve yeteneği geliştirene kadar vazgeçilmez barınaklar olmuştur. Bugün insanlığın ortak bir davranışı olan evlerimizin duvarlarına resim tablosu, halı ya da fotoğraf gibi herhangi bir sanat eserini asmanın kökeni mağara duvarlarına ilk resimleri yapan atalarımızdan miras kalmıştır. Mağaraların sağladığı sosyal ve güvenli ortamın resim, müzik, iletişim gibi soyut yeteneklerimizin hızla karmaşıklaşmasına neden olduğunu da eklemem gerekli. 

Steven Tucker ve Rick Hunter, mağara bilimcisi (speleoloji) ve Güney Afrika Speleoloji Araştırma Klübü üyesi iki genç. Mağaralar yukarda basitçe bahsettiğimiz fiziksel özelliklerinden dolayı her zaman yeni kalıntıların keşfedilebileceği gizemli ve potansiyel alanlar. Steven ve Rick, jeomorfolojik (karstik) yapısından dolayı onlarca mağaranın bulunduğu ve birçoğunda insan atası fosillerinin keşfedildiği UNESCO’nın Cradle of Humankind (İnsanoğlunun Beşiği) adı ile dünya mirası olarak kayıt altına aldığı Güney Afrika’da araştırmaya başlarlar. 2013 yılında Rising Star (Yükselen Yıldız) mağarasında (Şekil 1a ve 1b) yaptıkları araştırma sırasında yüzeye açılan ağzı yaklaşık olarak 20cm genişliğinde ve derinliği 12m uzunluğunda bir baca buldular. Bu bacanın yeraltında bitişinden itibaren yatay olarak 30m ilerde küçük bir odada (Dinaledi Chamber) fosiller keşfettiler. Steve ve Rick (ve klüpleri) aynı zamanda Güney Afrika Witwatersrand Universitesi ile ortak çalışıyorlar. Buldukları fosilleri üniversiteden jeolog Pedro Boshoff’a gösterdiler ve Pedro bu fosilleri paleoantropolog Lee Berger’ın ilgisi çekeceğini düşünüp onunla paylaştı. Bu fosiller Berger ve ekibinin National Geographic finansal destekli çalışması ile insan evrimi soyağacına Homo naledi ismi ile yeni bir tür olarak eklendi.  Bilimsel çalışmaları eLIFE Sciences  adlı çok da bilinmeyen bir dijital yayınevinin Genomics and Evolutionary Biology (Genomiks ve Evrimsel Biyoloji)  bölümünde yayınlandı. Böyle önemli bir keşifin neden Sicence ya da Nature gibi daha saygın bilim dergilerinde yer bulamadığına pek anlam veremedim açıkçası. Bunlar bir tarafa şimdi bu fosilinin evrimsel hikayesini hep birlikte irdeleyelim. 













Şekil 1a ve 1b. Raising Star Mağarasının bulunduğu bölge ve mağara girişinin görüntüsü (Jamie Shreeve, National Geographic).

Mağarada fosil buluntuların olduğu oda erişilmesi oldukça güç bir yer. Bir paleontolog olarak ilk kez erişilmesi bu kadar güç bir yerde insan atası fosilleri keşfedildiğine şahit oluyorum. Bu fosillerin rahat çıkarılması için Berger 2013 yılında bir duyuru yayınladı. Bu duyuruda özellikle “minyon tipli, dar ve düz göğüs kafesine sahip paleontolojik ve arkeolojik kazı çalışmalarında deneyimli bayan  mağara çalışanlarını işe alınacağı belirtildi, küçük bir ayrıntı ile; çalışma ücret karşılığı olmayabilir. Berger, 57 başvurudan sadece 6 deneyimli ve fiziksel olarak uygun olan adayı seçti. Bu altı kadın yaklaşık olarak 1550 adet fosil çıkardılar. Bu kadınlardan biri olan Elen Feuerriegel herhangi bir ücret almayacağı bu zor işe neden başvurduğu sorusuna “Nasıl başvurulmaz ki, büyük bir keşif heyecanı” şeklinde verdiği cevap ile bazen yaşanılan deneyimlerin parasal karşılığı olamayabileceğine güzel bir örnek veriyor. Ekibin diğer üyeleri ise Hannah Morris, Marina Elliott, Becca Peixotto, Alia Gurtov, ve Lindsay Eaves. Kadın mağara kazıcıları 21 gün boyunca sürekli göz önünde, kamera ışıkları altında çalıştılar. Yerleştirilen kameralar ile yüzeyden mağarada fosil çıkarma işlemi zürekli gözetleniyor, zaman zaman Berger kazıcılara dışardan direktif veriyordu. Bu yeraltı astronotları mağara içinin çok dar olması nedeniyle çalışma koşullarının çok zor olduğunu, 3 kişinin fosillere zarar vermeden aynı anda çalışmasının büyük bir dikkat gerektirdiğini belirttiler. Uzun süre aynı pozisyonda kalırlarsa bacaklarının uyuştuğunu ve sürekli yer değiştirerek neredeyse örümcekler gibi taşların üzerinde saatlerce sabit durarak çalıştıklarını anlatıyorlar. 














Şekil 2. Mağaranın kesit haritası (Jamie Shreeve, National Geographic). 

Homo naledi türünün duyurulduğu bilimsel çalışmada 47 farklı ortak-yazarın katkısı var. Naledi ismi mağaranın bulunduğu bölgede yaşayan yerel halkın dilinde (Sotho dili) “yıldız” anlamına geliyor. İşin ilginç yanı bu insan atası fosillerinin bulunduğu odada çok az miktarda kuş ve küçük kemirgen memelilere ait fosil kalıntılar bulunmuş. Bu fosillerin mağaranın 30m içindeki bu odaya nasıl geldiği ya da taşındığı da merak konusu. Çünkü odaya ulaşmak için yüzeyden 12m uzunluğunda bir bacadan dikey olarak indikten sonra yer altında yaklaşık olarak 30m de yatay olarak dar bir kanaldan ilerlemek zorundasınız. Muhtemelen bu insanlar bu mağaraya herhangi bir tehditten kaçarak girdiler ve çıkamayıp orada öldüler. Ya da çocuk ya da kadınlardan bazıları girdi ve erkek bireyler de onları çıkarmak için peşlerinden girdiler ve bir daha çıkamadılar. Bu mağara insan atalarının yaşadığı diğer bildiğimiz mağaralara hiç benzemiyor, bir barınak olarak kullanmak için çok zor bir girişi var ve dar bir yaşam odası var. Jeologlar mağaranın uzun zamandır jeomorfolojik olarak değişmemiş olabileceğini öne sürüyorlar, bu durumda bu insanların yaşadığı dönemde de mağara bugünkü koşullarında olmalıydı ki bence bu imkansız, ufak tefek fiziksel değişiklikler mutlaka olmuş olmalı, en azından mağarada giriş ve çıkışını biraz daha rahatlatan daha az çökel birikiminden bahsedebiliriz. Diğer bir ihtimal ise bu insanların buraya gömülmüş olması. Şu ana kadar ölü gömme geleneğine dair en eski kanıt yaklaşık olarak 60 bin yıl önce Kürdistan’da Bradost dağında bulunan Shanidar mağarasında yaşamış olan Nenaderthallerden biliniyor. Daha eski dönemlerde yaşamış erken insan türlerinde ölü gömme geleneğine henüz rastlanmadı. Bununla birlikte Neandertaller gibi sofistike ölü gömme geleneği değil ancak basitçe ölülerini herhangi bir çukura atma davranışına İspanya’daki Atapuerca bölgesinde Sima de los Huesos mağarasından biliyoruz. Bu tür Homo heidelbergensis ve bu buluntular yaklaşık olarak 350 bin yıl öncesine tarihlendiriliyor. Ancak Homo heidelbergensis Homo naledi’ye göre çok türemiş bir tür, iki katı beyin hacmine ve sofıstike bir kültüre sahip. Homo naledi’nin beyin büyüklüğü bizimkinin üçte biri kadar, Homo heidelbergensis neredeyse bizimle aynı beyin hacmine sahipti. Direk aklımıza gelen bir soru ise, başka bir çıkışı olmayan bu mağaraya atalarımız ölülerini atmak için neden ölmüş bedeni önce 12m aşağı ardından da 30m yer altında dar tünelde taşısınlar? Doğa ekonomisine ve insan mantığına hiç uymayan bir durum. Sima de los Huesos  mağarasında Homo heidelbergensis ölülerini kuyuya atabiliyordu çünkü kuyunun yeterince geniş bir ağzı ve hareket alanı mevcut. Diğer bir soru ise bu insanlar bu çok karanlık olan mağaraya girdiklerinde çevreyi nasıl gördüler. Berger hiçbir kanıt olmamasına rağmen çok saçma bir biçimde bu insanların meşale kullanmış olabileceğini öneriyor. Bunu nasıl düşüncesizce ileri sürdüğüne gerçekten şaşırdım. Atalarımızın ateşi kontrol ettiğine dair kanıtlar çok keskin değil, en doğru ve belirgin kanıtlar günümüze yakın tarihler. En kabul gören kanıtlar 400 bin yıl öncesine ait, ancak birçok araştırmacı atalarımızın 200 bin yıl ile yaklaşık 1.5 milyon arasında kalan bir dönemde ateşi kullanmayı öğrenmiş olabileceklerini öneriyor. Berger, şu şekilde bir yorum yapsa gayet anlaşılır olacaktı; “bu insanlar bir biçimde mağaraya girmişler, büyük ihtimalle bir tehditten kaçıyorlardı, ancak karanlıkta yollarını nasıl buldukları hakkında bir fikrim yok, zaten mağarada Dinaledi odasına giden tek bir kanal var ve bir biçimde el yordamı ile de olsa yollarını bulmuşlar ve bir daha da çıkamamışlar”. Sizce de daha inandırıcı bir yorum değil mi? Sorulan diğer bir soru ise Homo naledinin konuşup konuşmadığı. Konuşmaya dair ilk kanıtlar Homo habiliste mevcut, H. naledinin konuşup konuşmadığına dair öne sürülen herhangi bir kanıt yok. 
























Sekil 3. Homo naledi türüne ait bulunmuş fosil kalıntılardan bazıları (Berger ve diğ., 2015)

Birkaç kemirgen ve kuş fosili dışında Dinaledi Odası’nda bulunan kalıntıların gerisi sadece insan atalarına ait. Çoğunlukla bu tür buluntu alanlarında başka canlılara, özellikle büyük memeli türlerine ait fosiller de bulunur. Kazı çalışması sonucunda 15 farklı bireye ait yüzlerce fosil iskelet parçası çıkarıldı, bunların içerisinde kafatası, el ve kol kemikleri, bacak kemikleri, dişler ve çene kemikleri, göğüs kafesi kemikleri gibi aklınıza gelen birçok kalıntı mevcut. Buluntuların bazıları1.5m uzunluğunda erkek bir bireye ait. Bu bireyin ayak fosilleri bizimkilere benzer bir biçimde ve onun dik yürüdüğünü gösteriyor, bununla birlikte el ve parmak kemiklerinin anatomisi ise insansı maymunları, daha çok Australopithecus ataları anımsatıyor. Özellikle omuz anatomisi ve kürek kemikleri bu türün halen ağaç hayatını tamamı ile terk etmediğini işaret ediyor. Kadın ve çocuk bireylere ait buluntular buranın belki bir aileye ya da küçük bir gruba ait olduğunu düşündürüyor. 

Dinaledi Odası’ndan ele geçen bütün buluntular homojen bir anatomik morfolojiye sahip, yani kalıntıların morfolojik özellikleri bireylerin tek bir türe ait olduğunu gösteriyor. Bunun yanı sıra cinsiyet ve yaş bakımından farklılık gösteriyorlar. Genel morfoloji bu türün Australopithecus, Orrorin, Shalenthropus ya da Paranthropus cinsleri ile karşılatırılınca Homo cinsine ait olduğunu işaret etmekte. Bu da onun diğer türlere oranla bize daha yakın olduğu anlamına geliyor. Homo naledi türünü bizim cinsimiz içinde sınıflandıran karakterler ise lokomosyon (hareket), çiğneme ve ellerin kullanımı gibi fonksiyonel özellikler. Özellikle uzun bacaklar, güçlü bacak kaslarının olduğunu düşündüren bacak kemikleri üzerindeki kas tutunma noktaları ve bizimkilere benzeyen bilek ve ayak kemikleri önemli benzerlikler arasında. Bütün bu alt uzuv özellikleri Homo naledinin bizler gibi dik yürüdüğünü ve adım attığını gösteriyor. Bu türün el bilek, avuç ve baş parmak kemikleri yine bizimkine benziyor. Bu benzerlik onun Australopithecus türleri ve coğrafik olarak çok yakında bulunan Australopithecus sediba’ya göre ellerini daha yetenekli kullandığının işareti. Homo naledinin çene kasları çok güçlü değil, dişleri de Australopithecus ve Paranthropuslardan küçük, bu da aslında bize benzeyen bir özellik. Bu onların çok sert besinleri tüketemediği anlamına geliyor. Homo naledi yine Güney Afrika’da bulunan, insan evriminde çıkmaz bir yol olarak bilinen ve iskeleti daha iri ve kaba yapılı olan Paranthropuslardan da Homo benzeri özellikleri ile ayrışıyor. Bu karakterler genel olarak bütün iskelet sisteminin daha narin ve ince yapılı olması, daha uzun alt uzuvlara sahip olması, kaftasında daha zayıf elmacık kemiklere, daha dar bir yüze, daha zayıf alt ve üst çene kemiklerine, daha küçük azı dişlerine sahip olması gibi sıralanabilir. Paranthropuslar insanın soyağacında sert bitkiler yiyebilmesi ile ünlü insan atalarıdır. Büyük ve güçlü çene kasları, yine büyük azı dişleri sert otları öğütebilmesini sağlar. Diyetleri çoğunlukla bitki içerdiği için antropologlar arasında çoğunlukla insan soyağacının inekleri diye anılırlar. Homo naledinin üst ve alt çenesinde bulunan kesici ve köpek dişlerinin boyutları Paranthropus (P.)  robustus ile yakın ölçüler taşısa da P. robustuslar zaten küçük boyutlu kesici ve köpek dişlerine sahiptir. P. robustusları ayırd eden özellik ön dişlerine göre çok büyük azı-öğütücü dişlerine sahip olmalarıdır. Homo naledı hem Paranthropuslardan hem de Australopithecuslardan daha küçük azı dişlerine sahip, bu özellik onun büyük olasılıkla bir Homo üyesi olduğunu gösteriyor. Homo naledinin kafatası Homo erectus ve Homo habilise benzer özellikler taşıyor; güçlü bir kaş kemeri ve ense kısmında belirgin çıkıntı bu karakterlerden bazıları. Yüzü ise Homo rudolfensise benziyor. Bununla birlikte Homo naledinin Australopithecuslar ile benzer ilkin özelikleri de var. Bunlar arasında göğüs kafesinin biçimi, uyluk kemiğinin üst kısmı, uzun ve bükük parmaklar gibi onu türemiş Homo türlerinden ayıran özellikler de var. Bu nedenle Homo naledi daha çok erken Homo türleri olan Homo habilis, Homo erectus ve Homo rudolfensis ile benzerlikler gösteriyor. Genel olarak Homo naledi bize benzeyen vücut boyutu, duruş ve yürüyüşe sahip iken Australopithecus benzeri beyin hacmine (yani küçük) sahip. Onun agaçlara da iyi tırmanabildiğini gösteren omuz ve parmak kemikleri varken aynı zamanda insan benzeri el ve bilek kemikleri ellerini de iyi kullanabiliyor olduğunu gösteriyor. Ancak fosil kalıntılarla birlikte hiç taş alet bulunmamış olması bu türün alet kullanıp kullanamadığı hakkında kesin bir yorum yapmamızı da engelliyor. Kısaca benim özetleyebileceğim morfolojik yapı Australopithecus benzeri kafatası ve kalça kemikleri ile Homo benzeri uzuvlara sahip bir tür Homo naledi, yani neredeyse tam bir Homo erectus. Berger bu türü Australopithecus sediba ile evrimsel olarak bağlantılı olabileceğini düşünüyor. BG’nin 2013 Mayıs sayısında Australopithecus sediba hakkında detaylı bir yazı yazmıştım.  Au. sediba Güney Afrika’da Malapa bölgesinde bulundu ve bu türün özellikleri Homo naledi’den farklı olarak Homo benzeri el, kalça ve dişlere sahip iken Australopithecus benzeri uzuvlar ve kafatasına sahip olması, yani neredeyse tam bir Australopithecus africanus












































Şekil 4a ve 4b. Homo naledi türüne ait bir kafatası fosilinin kopyası ve 3 boyutlu canlandırması (Jamie Shreeve, National Geographic ve Witwatersrand Universitesi). 

Bu fosilin morfolojik tanımlamaları ve atıflarında herhangi bir sorun olmamasına rağmen en büyük problem bulunduğu çökellerin jeolojik yaşını bilemiyor oluşumuz. Maalesef bu fosilin hangi jeolojik yaşa ait olduğunu henüz bilmiyoruz, neden jeolojik tarihlendirme yapmadan yayınladılar anlamak güç. Morfolojik olarak erken Homo türlerine benziyor ancak hangi dönemde yaşadığı önemli, eğer 2.5 milyon yıldan daha yaşlı ise ilk Homo türü olmaya aday olabilir, ve bu adaylık ile Homo cinsinin ilk üyesinin ortaya çıktığı coğrafya  Doğu Afrika’dan Güney Afrika’ya geçmiş olur. Son yıllarda insan evrimi çalışmalarının insanın soyağacına en önemli katkısı özellikle 3 ve 1.8 milyon yıllar arasında yaşamış olan insan atalarında düşündüğümüzden daha fazla morfolojik çeşitliliğinin evrimleşmiş olması, daha fazla türleşmenin olup olmadığı ise tartışma konusu. Bu değişim sadece insan atalarında değil onlarla birlikte yaşayan özellikle diğer memeli hayvan gruplarında da gözleniyor. Bunun en önemli nedenlerinden biri değişen çevre koşulları. Bu dönemde meydana gelen küresel iklim değişimleri, Afrika’da iklimsel çeşitliliğin, mevsimselliğin artmasına, ayrıca çeşitli memeli hayvan türlerinin evrimleşmelerine ve yeni türler üretmelerine neden oluyor. Bu konular ile ilgili BG’nin 2014 Mart ve 2015 Mayıs sayılarındaki Dmanisi fosilleri ve Ledi Geraru fosili ile ilgili olan yazıların okunması değerli olabilir. 

Güney Afrika insan evrimi açısından önemli bir bölge. Hatta paleoantropoloji tarihinde ilk Australopithecus fosili Güney Afrika’da 1924 yılında keşfediliyor (Au. africanus). Ardından Ron Clarke’ın keşfettiği yine muhtemelen bir Au. africanus türü olan Little Foot ve Berger’ın keşifleri Au. sediba ve Homo naledi önemli buluntular arasında. Bu tür yeni spekülatif keşifler kritik soru olan ilk Homo türü nerde ortaya çıktı, Doğu Afrika mı yoksa Güney Afrika mı sorusunu yeniden ve yeniden sormamıza neden oluyor. Berger’ın bu ilginç keşifleri soruyu biraz karmaşıklaştırsa da ben yine en eski fosil buluntuların ve özellikle de taş aletlerin halen Doğu Afrika’da bulunuyor olmasının önemli olduğunu düşünüyorum. İlk taş alet kullanımının Australopithecuslar tarafından da paylaşılan bir davranış olduğu genel olarak kabul ediliyor, ancak Homo habilis ve Homo erectus’ları karakterize eden alet teknolojilerini üretmek biraz daha sofistike bir bilinç ve el hareketleri gerektiriyor. Bu durumda taş aleti üretiyor ve kullanıyor olmayı bizim cinsimizi karkaterize eden ve bilişsel karmaşıklığı gösteren bir özellik olduğunu varsaymalıyız.

Güney Afrika diğer memeli hayvan faunaları bakımından da özellikle 3-2 milyon yıl önce Doğu Afrika’dan farklı bir yapıya sahipti. Bu da Güney Afrika’da farklı ekolojik ilişkilerin olduğunu gösteriyor. Çoğunlukla Güney Afrika’da yaşamış olan atalarımızın evrimsel olarak farklı yolları denediklerini ancak başarılı olamadıklarını düşünüyorum. Au. sediba ve Homo naledi gibi çok ilginç mozayik morfolojik özelliklere sahip olan türlerin sanki hayatta kalmak için farklı evrimsel kombinasyonları zorladıkları ve muhtemelen Güney Afrika’da -Doğu Afrika’dan bağımsız- izole bir evrimsel senaryonun gerçekleştiği olasılığı üzerinde duruyorum. 

Bununla birlikte Homo naledinin Güney Afrika’da karstik jeomorfolojik koşullarda ürettiği mozayik evrimsel değişimlerle hayatta kalmaya çalışan talihsiz bir ata form olduğunu düşünmek yerine Berger’ın hayal ettiği şekilde onun ilk Homo türü olduğu –henüz spekülatif- olasılığını düşünmemiz için öncelikle jeolojik yaşını bilmemiz gerekli ve daha sonra Berger’in yeniden Homo cinsini karakterize eden özellikleri tanımlaması gerekiyor, ya da Homo naledinin 2.6 milyon yıldan daha eski taş aletleri ürettiğini kanıtlaması lazım. Güney Afrika’da en eski taş aletler Sterkfontein mağarasından biliniyor ve 2 milyon yıla tarihlendiriliyor. Bu taş aletleri Homo habilisin ürettiği de genel olarak kabul görüyor. Berger’ın Homo naledinin ilk Homo türü olduğunu kanıtlaması için daha çok veriye ihtiyacı var. Aksi takdirde ilk insanın Doğu Afrika’da Rift Vadisinde Etiyopya ya da Kenya’da bir yerlerde 3-2.5 milyon yıllar arasında  bir dönemde ortaya çıkmış olabileceği seçeneği yerini koruyacak. Son tahlilde Ferhat, Homo naledi sana ne düşündürüyor diye sorarsanız, henüz kesin birşeyler söylemek için çok erken, ancak Homo floresiensis gibi beklenmedik bir insan türünün yaklaşık 95-13 bin yıl önce Endonezya’da Flores adasında izole yaşadığını biliyoruz. Homo naledinin yeni bir tür olduğu konusunda yazarlar gayet emin, zira paleoantropoloji tarihinde birçok yeni tür bazen birkaç fosil buluntu üzerinden tanımlanıyor. Homo nalediye ait 15 farklı birey ve 1550 tane fosil buluntu var. Bu fosilin yeni bir tür olduğuna dair tanımlama yapabilmek için yeterinden fazla bir koleksiyona sahipler, yeterince göz dolduruyor, yine de bu onların doğruluğu kesin bir tür tayini yaptıkları anlamına gelmiyor. Makalenin ikinci yazarı olan ve iyi bilinen paleoantropolog John Hawks kendi blog sayfasında faydalı yorumlar yapmış konu ile ilgili. Ayrıca daha detaylı çalışmaların da yakında yayınlanacağını belirtiyor. Ünlü paleoantropolog Tim White bu araştırmacılardan biraz farklı düşünüyor. Aslında yazının başında bahsettiğim bu çalışmanın neden Science ya da Nature gibi saygın bilim dergilerinde yayınlanmadığının cevabını da White eleştirileri ile almış oluyoruz. Berger ve ekibi bu çalışmayı Nature dergisine göndermişler ancak hakemler çalışmaya yetersiz kanıtlardan ve verilerden dolayı red vermişler. Aslında e-LIFE Science dergisi hakemleri de çalışmaya benzer nedenlerden dolayı ilk seferde red vermişler. Ancak Berger bir biçimde çalışmayı yayınlamanın yolunu bulmuş. 

Tim White Homo naledinin yeni bir tür olamayacağını, bu türün bulunduğu mağaradan 800m ilerde Swartkrans mağarasında Homo erectus fosillerinin daha önce bulunmuş olmasının bir tesadüf olamayacağını, Homo naledi fosillerinin de Homo erectusun bir formu olduğunu ileri sürüyor. Sorun biraz da fosilin jeolojik yaşını bilmememizden kaynaklansa da White jeolojik yaş ne olursa olsun Homo naledinin morfolojisinin Homo erectusun bir varyasyonu olduğunu iddia ediyor ve bu yeni türün paleoantropolojide insanın soyağacının sahte-medyatik tür tanımlamaları ile şişirilmesine güzel bir örnek olarak gösteriyor. Diğer bir paleoantropolog Darren Curnoe, Berger ve ekibinin fosilin bulunduğu çökellerin jeolojik yaş tarihlendirilmesini beklemeden aceleci davranıp yeni tür olarak yayınlamalarını da gereksiz bulduğunu belirtmiş. Ünlü primatolog Frans de Waal ise keşfi ve yayını spekülatif bulduğunu belirtmiş, bu kadar ilkin morfolojik özelliklere sahip bir türün ölü gömme gibi türemiş insan türlerinde var olan bir davranış ile anılmasını ve medyada yer bulmasını bilimsel bir sorumsuzluk olarak değerlendirmiş. Diğer bir ünlü antropolog Zollikofer ise buluntuların yeni tür olarak isimlendirilmesini bilimsel saygınlıktan ziyade medyaya karşı bir şov olduğunu, ve bu türü bilimsel tür değilde “medya türü” olarak isimlendirmenin daha doğru olacağını söylüyor. Ayrıca Zollikofer de White gibi bu türün ilkin ve küçük boyutlu bir Homo erectus olabileceğini düşünüyor, ancak jeolojik yaşın bir an önce belirlenmesinin gerekliliğini de vurguluyor. Eğer BG’nin 2014 Mart sayısında yayınlanan Dmanisi fosilleri ve insan evrimi ile ilgili yazıyı okursanız özellikle Homo cinsinin erken üyeleri olan Homo habilis, Homo rudolfensis ve Homo erectus türlerinde yüksek oranda bir morfolojik çeşitliliğin olduğunu ve bu fosillerin hepsinin neredeyse tek bir tür altında toplanabileceği dahi önerilmişti. Eğer Homo naledi türünün bulunduğu çökeller erken Homo türlerine yakın bir dönemi işaret ederse onun anatomik karakterleri de bu yüksek morfolojik çeşitlilik içerisinde kalacak ve büyük olasılıkla Homo erectus olarak sınıflandırılacaktır. 

Bu konuda bir son söz söylemek henüz mümkün değil, ancak son yorum şu şekilde olabilir; Homo naledi, Au. sediba gibi Lee Berger’ın diğer bir ‘medya-tik türü’ olma etiketinden veriler ve kanıtlar onu doğrulayana kadar kurtulamayacak. Bu buluntuların Homo erectusun ilkin bir formu değil de gerçekten yeni bir tür olduğunu kabul etmemiz için 1- Jeolojik yaşın bir an önce belirlenmesi, 2- Yeni tür tanımlaması için ileri sürülen ayırd edici morfolojik karakterlerin gerçekten ayırd edici olup olmadığının bir bilim kurulu tarafından tescil edilmesini ve genel bir konsensus oluşmasını bekleyeceğiz. Ayrıca bilim insanlarının çalışmalarında medya ve popülariteyi değil gerçek bilim kriterlerini takip etmelerini de umut etmeye devam edeceğiz.

Kaynaklar
Berger ve diğ. 2015. Homo naledi, a new species of the genus Homo from Dinaledi Chamber, South Africa. eLife Sciences, Genomics and Evolutinary Biology. eLife 2015;4:e09560. DOI: 10.7554/eLife.09560
Shreeve, J. 2015. This face changes the human story, but how? National Geographic, September 10, 2015. http://news.nationalgeographic.com/2015/09/150910-human-evolution-change/
Hartley, R. 2015. Some bones to pick. 18 September, 2015. Times Live. http://www.timeslive.co.za/thetimes/2015/09/18/Some-bones-to-pick

15 Mayıs 2015 Cuma

Richard Leakey Konuşmasının Ozeti!

Sizlere Leakey'lerin ziyareti ve konuşmalarının özetini detaylı bir biçimde yazacağım sözünü vermiştim. Sözümü tutuyorum, ancak geç kalışımın bazı nedenleri var. Bir çoğunuzun duyduğu gibi İstanbul'da  arkadaşlarını tacizcilerden korumaya çalışan Bahadır Grammeşin, bir öğretmen, gözleri öfke ve nefretle körelmiş barbarlar tarafından katledildi. Bahadır universiteden çok sevdiğim sınıf arkadaşım Başak'ın kardeşiydi, onu birkaç kez görmüştüm, çok efendi, hayat dolu, kendini mesleğine ve daha güzel bir Türkiye için mücadeleye adamış biriydi. Namussuzların, tacizcilerin,  tecavüzcülerin ve hırsızların iyi ve dürüst olan insanlardan daha cüretkar, daha güçlü ve kuvvetli olduğu bir ülke var karşımızda. Ülke politikalarının ve yönetim biçiminin bunda payı olmadığını düşünüyorsanız çok yanlıyorsunuz. Kadına, çocuğa, doğaya ve kendisi gibi olmayana nefret ve öfke dolu şiddeti meşrulaştıran bir sistemin payı olmadığını düşünmek saflık olur. Bahadır'ın katil zanlısının avukatı Istanbul'dan MHP milletvekili adayıymış ve ayrıca Gaziantep emniyeti Bahadır'ın öldürülme anını gösteren videoyu Antep'te aktif olan sol gruplardan yakaladıkları gençlere bir tehdit olarak izlettiriyorlarmış. Bütün bunlar aslında olayın çok basit bir bar tartışmasından dolayı öfkelenip arkadaşlarımıza saldıran barbarların işi olmadığını düşündürüyor.













Bahadır...


Bahadır artık aramızda değil, barbarlar Özgecanı aldıkları gibi aramızdan Başakçığımın güzel kardeşini ondan ve ailesinden, bizden ve ülkemizden aldılar. Işıklar içinde yatsın, yıldızlar yoldaşın olsun Bahadırcım seni unutmayacağız. Tacizcilere karşı arkadaşlarını savunan onurlu ve yürekli duruşunun sorumluluğunu taşıyacağız, iyi ve namuslu insanların güçlü olduğu daha güzel bir Türkiye mücadeleni sürdüreceğiz. Elbette Bahadır ilk kaybettiğimiz dostumuz değil, Gezi direnişinde katledilenler, Uğur Kaymaz gibi küçücük çocukların bedenine yaşından daha çok mermi sığdıranları, Roboskide  köylüleri, Soma'da maden işçilerini de unutmadık. Devlet terörü ve tecavüzcü yobazlığın beslendiği kaynak aynı bataklık, faşizm ve kötülük, nefret. O bataklığı hep birlikte kurutacağız, üzerimize düşen iyi ve duyarlı insan olma sorumluluğundan vazgeçmeden kötülüğü yeneceğiz. Neden burda yani bir popüler bilim sayfasında buna değindiğimi merak ediyorsanız onu da söyleyim: Türkiye'de uluslararası standartlarda ve kalitede bilim eğitimi olmayışı ve hatta evrim kuramının dersliklerde ve ders kitaplarında sansürlenmesinin kaynağı olan sistematik cahillik ve yobazlık da işte yukarda bahsettiğim insan katledenlerinki ile aynı bataklıkta ürüyor, çoğalıyor ve büyüyor. O nedenle yaşamın bütün alanlarında, bilim, eğitim, sanat, kültür, politika ve üretim gibi ana arterlerinin üzerindeki baskılara karşı ortak bir mücadele vereceğiz, elbirliği ile üzerimize çökmüş olan bu kötülük ve sevgizilik kayasını itip uçurumdan aşağı yuvarlayacağız, az kaldı, mücadeleye devam.

Şimdi konumuza geri dönebiliriz.

Helsinki'de son iki hafta tam bir paleoantropoloji ve insan evrimi çalışmaları şöleni şeklinde geçti. Bu şölenin mimarı olan Mikael Fortelius'a sonsuz teşekkürler, ayrıca bu süreçte bana gerek misafirlerimizin ağırlanmaları gerekse de konuşmaların organizasyonu hakkında sorumluluk verip konuşmacılar ile yakından tanışma ve konuşma fırsatı verdiği içinde teşekkür etmek istiyorum. Geçen hafta, Leakey'lerden önce, yine dünyaca ünlü paleoantropolog Bernard Wood bölümümüzü ziyaret etti. Ayrıca "Understanding human in their early context" temalı bir sempozyumda konuşma yaptı. Bu sempozyumda Bernard Wood'un yanısıra Mikael Fortelius, Lars Werdelin, Jukka Jernval, Petri Pellika da konusmalar yapti. Wood'un konuşmasını şu şekilde özetleyebiliriz: İnsan evrimi çalışmalarında 1900'lü yıllarından ortalarından itibaren günümüze kadar en dikkat çeken değişimin insan atası fosillerinde tür sayısındaki artışın göze çarpması, yani soy ağacımızdaki dalların artması.



Bernard Wood Helsinki'ye kadar gelmiş, bir fotoğraf çektirip popülizmin coşkusunu yaşamadan yapamadım.


Wood konuşmasının başlangıcında 1963 yılında insan atalarına ait fosil buluntuların sayısı ve insanın soyağacı ile bugünkü durumu karşılaştırdı. Yukarıda onun slaytlarından çektiğim fotoğrafları (onun sözlü izni ile) ekledim. 1963 yılında durum oldukça basit, erken insan atalarından sadece Australopithecus africanus biliniyor, slaytın sağ tarafında ise soyağacımızda farklı bir evrimsel çizgiyi oluşturan (kırmızı renkte) iri yapılı Paranthropuslar var, erken insanlardan ise sadece Homo habilis (açık mavi renk) biliniyor, koyu mavi renkteki barlar ile bizim cinsimiz yani Homo temsil edilmiş, en soldaki kırmızı bar ise modern Homo sapiens yani bizler. Sağdaki slaytta ise daha karmaşık bir tablo gürnüyor, özellikle barların sayısındaki artış dikkat çekici. Bu artış aynı zamanda tür sayısında da bir artışı gösteriyor. 1960'lı yıllarda birkaç tür ile temsil edilen soyağacımızda dalların arttığını ve insanın tek bir evrimsel çizgiden değil daha karmaşık dallardan oluşan bir kökene sahip olduğunu görüyoruz. Daha önce ancak 3 milyon yıl kadar geriye giden evrimsel kökenimiz (dik yürümenin kökeni) bugün neredeyse 7 milyon yıl kadar geriye gidiyor. Wood'un günümüz bilgileri ve kendi gençliğindeki bilgi düzeyi karşılaştırması dışında değindiği önemli bir nokta ise yumuşak dokulardan elde edebileceğimiz evrimsel bilgiler üzerineydi. Bildiğiniz gibi paleontolojik çalışmalarda fosiller üzerinde yapılan morfolojik çalışmalar çoğunlukla fosilleşmiş kemiğin anatomisi ve morfolojisi temel alınarak yapılır, taksonomi ve sistematik bu karkaterler baz alınarak kurulur. Wood, kas anatomisi gibi yumuşak dokuların bu tür çalışmalarda oynayabileceği rolün öneminden de bahsetti, hatta bu konu hakkında bir projeleri olduğunu da ekledi. Amacı yaşayan primatların ve insanların kas anatomilerini incleyerek ortaya çıkan verilerden fosil türlere yönelik çıkarımlar yapmak ve bunun evrimsel soyağaçlarının kurulmasında faydası olup olmayacağını irdelemek. Bekleyip göreceğiz.

Richard Leakey'nin konuşması,

Richard ve Meave Leakey'i kaldıkları otelden saat 16:30 gibi aldıktan sonra konuşmanın yapılacağı Helsinki Üniversitesinin Great Hall'una doğru yola çıktık. Bundan önce Helsinki Üniversitesi gazetesinden bir gazeteci onunla röportaj yaptı. Röportaj soruları daha çok insan evrimi hakkında genel sorualrdı, ancak Kenyaida vahşi yaşamı koruma sorunları hakkında da sorular geldi. Richard Kenya Vahşi Yaşamı Koruma derneği başkanı aynı zamanda ve bu alanda da çok aktif.













Saat 17:00 gibi kokteyl başladı, bu arada Richard ve Meave Finlandiya'nın ileri gelenleri ile sohbetler etti. Bu arada kokteyl alanı yavaş yavaş dolmaya başladı.  Saat 18:00'e doğru yaklaşırken salonun kapıları açıldı, koridor tamamı ile doluydu.













Ardından gelenler koltuklarına yerleştiler. Finlandiya'da güzel olan geleneklerden biri de protokol olmayışı, yani konuşmaya gelen rektör, dekan, ya da prof takımı ve hatta ülkenin eski başkanı bile ancak buldukları yere oturdular, onlara ayrılmış özel bir yere değil, zaten eğer birebir tanımıyorsanız kimin rektör, kimin dekan, kimin ülkenin eski başkanı olduğunu anlamak da mümkün değil. Kültür farkı deyip bir iç çektik elbette. Koltuklar tamamen doldu, 4 yaşındaki küçük kızım Ella Jiyan ve eşim Anna da kendilerine oturacak bir yer bulabildiler.Bu arada ben ve birkaç arkadaşım da Richard ve Meave'in kalabalığı aşarak salona sağ salim ulaşmasını ve yerlerini almalarını sağladık.








Üstteki fotoda salonun panoramik daha doğrusu iki fotoğrafın birleştirilmiş halini görüyorsunuz, bir de üst katta balkon bölümlerde oturan dinleyiciler vardı. Mikael Fortelius (altta) güzel ve nazik bir tanıtım konuşması ile Richard Leakey'yi konuşmasını yapmak üzere davet etti.















Richard Leakey, 19 Aralık 1944 yılında Louıs ve Mary'nin ikinci oğulları olarak dünyaya gelir. Richard, Leakey ailesinde doğmanın bir getirisi olarak ilk elden inanılmaz bir pratik deneyime sahip olarak ve mirası geliştirerek büyür. Kenya Ulusal Müzesinin, Kenya Yaban Hayatı Servisi ve Turkana Arazi İstasyonunu gibi kuruluşların yöneticisidir aynı zamanda. Sizlere bu yaşayan tarihin neler anlattığını hatırladığım kadarı ile yazmaya çalışacağım. 














Richard sözlerine çocukluğundan bugüne kadar yaşamının geçtiği ve vatandaşı olduğu Kenya'yı anlatarak başladı. Kenya'daki güncel politik ve özellikle yaban hayatı koruma mücadelesini vurguladı. Bu konuda Çinlilerin özellikle fildişi ve diğer bazı yaban hayvanlarından yaptıkları ilaçlara karşı olan geleneksel ilgisi ve ödedikleri muazzam paraların bu katliamı sürdürdüğünü belirtti. Bu tür ilginin market değeri oluşturduğu ve bununla başetmek için uluslararası bir duyarlılığının ve baskının oluşmasının öneminden bahsetti. Salt duyarlılığın yeterli olmayacağını, yaban hayatı ticaretinin son bulmadığı sürece bu cnalıları katliamdan kurtarmanın mümkün olmayacağını da ekledi. Richard insan evrimi hakkında konuşmaya davet edilmiş olduğunu ancak bugün insanlığın sorunlarının insan evrimi ve doğada insanın varoluş tarihi ile birebir alakalı olduğunu söyledi. İnsanın evriminin salt biyolojik olarak değil, moral ve ahlaki boyutlarıyla da tartışılması gerektiği, bu nedenle insan evrimini ve genel olarak evrim kuramını sadece din-bilim tartışmalarına indirgemenin günümüzün yaşamsal sorunları olan ekolojik kriz, yaban hayatın korunması, dengesiz ve plansız ekonomik büyüme gibi tehlikeleri ıskalamamıza ve görmezden gelememize neden olduğuna işaret etti. İnsan olmanın moral ve ahlaki boyutlarının sadece doğaya ve yaban hayata karşı değil kendi türüne karşı da içler acısı bir durumda olduğunu, bunların birbirinden bağımsız olmadığını ve bizlerin bunun üzerine yoğunlaşmamız gerektiğini önerdi.1989 yılından bugüne Kenya Yaban Hayatı Servisinin yöneticiliğini yapan Richard, özellikle fil ve gergadanların korunmasına yönelik önemli adımlar atmış ve doğal park sistemini yeniden organize ederek yaban hayatın korunmasına güclendirmeye çalışmıştır. Bu görevi üstlendiğinden beridir insan evrimi çalışmalarına yeterli zaman ayrıamamıştır. 1993 yılında geçirdiği uçak kazasında iki bacağının dizlerinden itibaren alt kısımlarını kaybetmesi de bunda çok etkili olmuştur. Richard bu kazanın özellikle fildişi avcılarının ve yaban hayatı düşmanlarının bir sabotajı olduğuna inanıyor, ancak kanıtlar bulunamamış. Takip eden yıllarda Richard Kenya'nın politik işleri ile ilgileniyor ve bu ilgisinin artması ile bir muhalefet partisinden Kenya parlementosuna milletvekili olarak giriyor.

İnsan evrimi ile konuşmasını geçtiğinde elbette ailesinden söz ederek işle başladı. Louis ve Mary Leakey gibi bir ailenin çocuğu olmanın deneyimlerinden bahsetti. Zor bir çocukluğu olduğunu hep birlikte ondan dinledik. Anne baba sevgisi, ilgisi, sağlıklı su ve sağlık servisi gibi eksikliklerle, Kenya'da sürekli arazi ortamında yaşamak ve büyümek zorunda kalan bir çocuğu hayal etmemizi söyledi. Bir keresinde henüz 5 yaşındayken babası ve annesi fosil bulmak için kazı yaptıkları sırada onlardan kendisine biraz ilgi göstermesini beklerken babasının ona "kapa çeneni Richard! Git kendi kemiğini bul ve oyna" dediğini anlattı. Bunun üzerine yakınlarda bir yerde 5 yaşında bir çocuk olarak kendi kendine kazı yapmaya başladığını ve tesadüfen bir fosil buluduğunu ve onu çıkarmaya çalışırken babasının gelip baktığını ve fosilin bir insna atasına ait olduğunu anladığında babasının ona "çekil bakim, sen daha 5 yaşında çocuksun çıkaramazsın" deyip fosiline el koyduğunu ve ciddi rekabetin daha o yıllarda başladığını güzel espirileri ile paylaştı.













15-16 yaşlarına geldiğinde aktif olarak insan evrimi çalışmalarına katıldığını, hatta kendi projelerini yapmaya başladığını anlattı. Ancak bu dönemlerde teknolojik olarak bugün kullandığımız tarihlendirme yöntemlerinin olmayışının yanlış yorumlara yol açtıüından bahsetti. Ayrıca Louis Leakey'nin onun arazi ve kamp organizasyonu, lojistik kaynakları hazırlama ve organize etme yeteneğinden dolayı projeleri idare etmesi için görevlendirdiğini söyledi ve bundan çok gurur duyduğunu belirtti. Ancak o kadar ağır ve yoğun iş gücüne yani bir projenin bütün angarya işlerini hallettikten sonra yapılan bilimsel yayınların sadece teşekkür kısmında "Richard'a lojistik kaynakları sağladığını için teşekkürler" cümlesi ile anıldıktan sonra kafasına bişilerin dank ettiğini söyledi. Bu kadar emek verip yazar olarak bile yer almamak zoruna gitmişti. O da isyan bayrağını çekip kendi araştırma projesini yapmaya karar vermiş ve o günden bugüne özellikle Meave ile evlendikten sonra onun da desteği ile dev keşiflere ve çalışmalara imza attı. Kurduğu arazi istasyonu ile birçok bilim insanına çalışma ortamı sağladı, ayrıca çevredeki yaban hayatın korunmasına öncülük etti, bölgede yaşayan birçok insana iş ortamı sağladı.

1968 yılında Richard, Turkana Gölü'nün doğusunda bulunan Koobi Fora bölgesinde araştırmalarına başlar. Ayrıca Turkana Gölü'nün batısında da araştırmalarını sürdürür. Bu arazi çalışmaları sırasında dünyaca ünlü Kenyalı fosil kaşifi Kamoya Kimeu ona yardımcı olur. Taş aletler gibi birçok arkeolojik buluntulaırn yanı sıra Richard Leakey'nin yapmış olduğu en ünlü keşiflerden biri 1.6 milyon yıl öncesine tarihlendirilen Turkana Boy adı ile bildiğimiz Homo erectus bireyidir. Bu fosil bugüne kadar bilinen bütüne en yakın erken insan fosilidir. Bunun dışında Richard, Homo habilis gibi erken insan türleri ve iri yapılı Australopithecuslar olarak bildiğimiz Paranthropus boisei ve Paranthropus aethiopicus türlerinin fosillerini de keşfetmiştir. Richard, bu önemli fosillerin keşif anlarını ve bu süreçlerde başlarından geçen olaylar ile tarihi anılar olarak anlattı. Richard konuşmasının sonunda Angelina Jolie'nın onun hayatı hakkında film yapmasını bu yağına rağmen halen çekici bir erkek olmayı başarabildiğime şaşardım gibi bir espiri ile bağladı. Ancak bizler hepimiz onun yaşamının ve ödediği bedellerin gerçekten bir film konusu olabilecek öneme ve değere sahip olduğunu biliyoruz. Konuşmasını bitirdikten sonra bazı sorular geldi, bu sorular içinde Yaratılışçılık ve evrim kuramı arasında süren tartışmalar hakkında fikri soruldu. Richard, dinin bilimle karşılaştırılmasının son derece aptalca olduğunu, ve bunu çok çılgınca bulduğunu söyledi. Bunun üzerine zaman zaman düşündüğünü, ancak kafasının Tanrı'nın kadını erkeğin kaburga kemiğinden yarattığı iddiasına inanmakta güçlük çektiğini, eğer böyle olsaydı bütün erkeklerin bir kaburgasının eksik olması gerektiğini ancak durumun böyle olmadığı erkeklerin ve kadınların aynı sayıda kaburgaya sahip olduğunu, hatta birçok primat türünün de bizimle aynı sayıda kaburgaya sahip olduğunu söyledi. Ancak bu konuda üzerinde biraz daha düşününce, bütün memelilerde olup da insanın erkek bireylerinde olmayan bir kemik olduğunun aklına gelmesi ile fikirlerinin değiştiğini söyledi. Bu kemiğin ne olduğunu bilen var mı diye sordu hepimize, kimseden ses çıkmadı, kimsenin aklına birşey gelmedi. Richard dayanamadı ve söyledi, neredeyse bütün memelilerin erkek bireylerinde olan ama sadece insanın erkek bireylerinde olmayan ve Tanrı'nın bizden alarak kadını yaratmış olabileceği, yani kadınların bizden aldığı kemik baculum'dur, yani penis kemiği :). Evet muhtemelen Tanrı kadını erkeğin penis kemiğinden yarattı ve o günden beridir kadına organik bir biçimde bağlıyız, bağlı olduğumuz nokta ise maalesef çoğunlukla iskeletimizde eksik olan o kemiğin olduğu bölgeden. Richard, bu espiri ile solanu gülmekten kırdı geçirdi. Aslında bu espiri ile Richard, dinin bilimle karşılaştırılmasının bir bilim insanının beyninde açabileceği sorunları gösterdi, bilim insanın dini ya da farklı mitolojik inanışardan sıyrılmış, özgür düşünen ve çalışmalarını bu tür baskılar altında kalmadan sürdürmesi gereken insandır. Dinin bu anlamda sorgulanamaz olduğu, sorgulandığı zaman bu tür komik sonuçların ortaya çıkabileceği o nedenle bilimin sınırları dışında kalması gerektiği ve duygusal, manevi ve moral değerlerin insan ve doğa hakları yararına kullanılması gerektiğini vurguladı. Ancak dinin henüz insan haklarının ve yaban hayatın korunmasında aktif rol aldığınıö din adamlarının bu konular üzerinde yeterince hassasiyet göstermedişini de ekledi. Ayrıca özel sohbetlerimiz sırasında da bunları vurguladı.

Ertesi gün Meave Leakey özellikle Turkana Havzası Enstitüsünde yapılan çalışmaları içeren özel bir konuşma yaptı. Enstitüde paleontoloji, paleoantropoloji, arkeoloji, jeoloji, coğrafya, sosyal antropoloji, biyoloji ve koruma biyolojisi gibi bir çok farklı disiplinden bilim insanlarının birlikte çalışıyor olduğunu görmek inanılmaz güzeldi. Tarihöncesi, günümüz ve geleceği birleştiren bir perspektif.

Şimdilik aklıma gelenler bunlar, zaman zaman hatırladığım ilginç noktalar üzerinden de yazmaya çalışacağım. Umarım bu konuşmaya katılma şansı olmayan sizlerin merakınızı bu yazı birazcık da olsa giderebilmiştir.

Selamlar,sevgiler!
ferhat.

5 Mayıs 2015 Salı

Richard ve Meave Leakey Helsinki'de!

Merhaba aradaşlar, paleoantropoloji kariyerimin dönüm noktalarından birini yaşıyorum. Öğrencilik yıllarım boyunca neredeyse insan evrimi ile ilgili bütün yayınlarda ismini duyduğum Leakey ailesi ile tanışma fırsatı buluyorum. Aslında buna benzer bir deneyimi, yani paleoantropolojinin yaşayan diğer efsanelerinden biri olan Tim White ile daha önce tanışma ve arazide birlikte çalışma şansına hatta bir seferinde insan atası (Australopithecus anamensis) fosili keşfetme ayrıcalığı da elde ettim. Bir paleontolog daha ne ister! Çok yakında bana Kenya yolları da göründü.

Richard Leakey inanılmaz bir geçmişe sahip. Sadece Kenya pasaportu var. Avrupa'ya şengen vizesi ile geliyor. Dünyaca tanınmış olduğu için elbette giriş çıkışlarında herhangi bir sorun yok. Babası Louise ve annesi Mary Leakey tarafından alaylı yetiştirilmiş bir paleoantropolog. Aslında liseden terk, resmi bir master ya da doktora çalışması yok, ancak dünyanın en prestijli üniversiteleri tarafından birçok doktora ünvanı ile onurlandırılmış. Bütün yaşamını bu bilime adamış ve Leakey gibi paleoantropolijinin kraliyet ailesinden gelen biri için sanırım resmi bir doktoraya da gerek yok. Daha önceden biliyordum ancak uçak kazasında bacaklarının her ikisini de diz kısmından itibaren kaybetmiş olması ve protez bacaklar üzerinde yürümesi beni biraz etkiledi. Bugün öğle yemeğinde biraz kazayı anlattı, ayrıca Mikael de biraz bahsetti. Kenya'da arazi incelemesi yaptığı küçük  bir uçak, yeterli yakıt olmadığından uçağın yakıtı hava da bitiyor ve düşüyor. Richard bunun bir sabotaj olduğunu düşünüyor, ama kanıtlanamamış. Richard politik olarak da çok aktif biri, özellikle yaban hayatı koruma alanında, bu nedenle uzun zamandır fil dişi avcılarının ve yaban hayatı düşmanlarının da hedefinde.

Doktora danışmanım Mikael Fortelius bugune kadar Avrasya memeli fosilleri ve onların Neojen dönem boyunca meydana gelen iklimsel ve diğer çevresel değişimlere olan evrimsel tepkilerini ve adaptasyonlarını çalışıyordu. Bu konuda çok önemli bilimsel çalışmalar üretti. Açıkçası beni onunla doktora çalışması yapmaya motive eden gerekçeler arasında özellikle memeli fosilleri üzerindeki anatomik-morfolojik karakterlerin çevresel değişimlerle olan fonksiyonel ilişkilerini öğrenme isteğim oldu. Mikael bu yöntemi ekomorfoloji ya da ekometri olarak isimlendiriyor. Şimdi aynı yaklaşımı Afrika fosil memelileri üzerinde uygulayarak özellikle insan evrimi bakımından çıktılarını araştırmak istiyor. Bu nedenle ilk iletişim ve ortaklık kurulacak merkez Turkana Havzası Enstitüsü yani Leakey ailesi oldu. Benim doktora çalışmam da özellikle Geç Miyosen yani 11 ve 5 milyon yıllar arasında kalan zaman diliminde Avrasya ve Doğu Afrika memeli faunaları arasındaki olası etkileşimleri ve değişimleri anlamak, özellikle insanın da evrimsel olarak köken aldığı Doğu Afrika memeli faunasnın paleobiyocoğrafik köklerini irdelemek. Doktora çalışmam yakında (umarım) bitiyor, sonuçları sizlerle paylaşacağım.

























Lafı fazla uzatmadan Leakey'lerin bizi ziyaretine dönelim. Richard ve Meave Leakey bugün yani 5.5.2015 tarihinde New York'tan Helsinki'ye ulaştılar. Mikael Fortelius ve ben havaalanından onları aldık ve otele götürdük. Uzun yolculuk yormuş onları. Richard bacaklarından dolayı biraz yavaş hareket ediyor, ayrıca normal otomobillere de bacaklarından dolayı eğilemediği için binemiyor. Bu nedenle Mikael ile yerden biraz yüksek bir araç bulmamız gerekli diye kara kara düşünürken aklıma Helsinki'de uzun yıllardır yaşayan Riyat Akalan dostuma sormak geldi,  hemen yardımcı oldu sağolsun ve Audi Quattro Q5 aracını kullanmamız için verdi. Beni de gerek Mikael'e gerekse de Leakey'lere karşı çok onure etmiş oldu. Burdan Riyat'a tekrar sonsuz teşekkürler. Leakey'ler eşyalarını otele yerleştirdikten hemen sonra basın toplantısına geçtik. Helsinki'nin ileri gelen gazete ve basın kuruluşlarından gazetecilerle yakşlaşık bir saat kadar bir toplantı yaptık. Leakey'lerin buraya gelişini finansal olarak karşılayan Finnish Cultural Foundation'dan gelen görevliye daha fazla zaman ayırdı Richard. Gazeteciler ayrıldıktan sonra oğlen yemeğine geçtik, Richard ve Meave çok yorgunlardı, yemeğin arından onları otele bıraktık ve günü bu şekilde bitirdik. Yarın büyük gün, Richard son 50 yılı içeren çalışmalarının tarihini özetleyecek, ondan bu tarihi dinlemek çok zevkli ve heyecanlı olacak. Yarın konuşmanın özetini yazacağım. 

28 Nisan 2015 Salı

İlk insan keşfedildi mi?

Merhaba arkadaslar! Bu yazi Bilim ve Gelecek dergisinin  gecen ayki sayisinda yayinlanmistir, okuma sansi olmayan takipcilerin ilgisine blogda yayinlamanin iyi olacagini dusundum. Iyi okumalar!

İlk insan keşfedildi mi?


Geçen Mart ayının son haftası, paleoantropoloji bilimi için çok önemli gelişmelere sahne oldu. Etiyopya’nın kuzeydoğusunda yer alan Afar bölgesinde, Ledi-Geraru araştırma alanındaki Lee Adoyta lokalitesinde, 2,8 milyon yıl öncesine tarihlendirilen tabakada bir atamıza ait altçene kemiği parçası keşfedildi (Figür 1). Keşif aslında 2013 yılında gerçekleşmişti, ancak çalışmanın tamamlanarak yayımlanabilir hale gelmesi yaklaşık 2 sene sürdü. Keşif Etiyopyalı bir araştırmacı olan Chalachew Seyoum tarafından yapıldı. Chalachew ile sanırım 2003 ya da 2004 arazi çalışması sezonunda, Etiyopya’da birlikte çalışmıştık. Çok nazik, ilgili ve gayet de azimliydi. Akşamları kampta çadırın kenarında uzun uzun sohbetlerimiz olmuştu. Daha sonra Kaliforniya’da tekrar karşılaştık. Chalachew o dönem, Dikika keşfini (Australopithecus afarensis bebeği) yapan Zeresenay Alemseged ile Kaliforniya Bilim Akademisi’nde birlikte çalışıyordu. Ardından Kaye Reed’in danışmanlığında doktora çalışmasını yapmak üzere Arizona Devlet Üniversitesi’nde (Tempe, Arizona) çalışmalarını sürdürdü ve halen de devam ediyor.





Figür 1. Ledi-Geraru araştırma bölgesi ve Lee Adoyta lokalitesini gösteren harita (Villmoare ve diğ., 2015)

Chalachew keşif anını şöyle anlatıyor: “O gün kendimi çok enerjik ve gözlerimi de çok güçlü hissediyordum. Yüzey araştırması sırasında insan atası keşfedebilme umudu ile sağa sola koşuyordum (Biz bu duruma paleoantropoloji dilinde “hominid fever” yani “hominid ateşi” diyoruz). Küçük bir yamaçtan yukarı doğru tırmandım ve tam tepede kumtaşının yüzeye çıktığı köşede altçene fosilini gördüm. Fosile dokunmadan biraz inceledim ve bir insan atasına ait olduğuna emin olduktan sonra, hemen araştırmanın lideri olan Kaye Reed’e seslendim. Kaye o heyecan ile bir nefeste yamaca tırmandı, fosilin bulunduğu kumtaşının kenarında dizlerinin üzerine çöktü ve biraz inceledikten sonra ‘woooo-hoooo’ diye büyük bir çığlık attı.” Bu çığlık, 2,8 milyon yıl önce ölmüş ve iskeletinin küçük bir parçası kumtaşının içinde korunmuş olan atasını bulan paleoantropoloğun sevinç çığlığıdır. 




















Figür 2. Lee Adoyta lokalitesinden bulunmuş olan altçene fosili. A) içten, B) yandan, C) üstten, D) alttan ve E) büyütulmüş üstten görünüm. Ölçek 1cm. (Villmoare ve diğ., 2015)

 

İnsan evriminde rolü olan atasal gruplar
İşin tanıtım kısmını geçip bilimsel önemine gelirsek, keşif gerçekten araştırmacıların heyecanlandıkları kadar önemli. Bu heyacanı anlamak için bu konuda, Homo cinsinin evrimsel kökeni hakkında biraz altyapı oluşturalım. Gerçi buna benzer bir altyapı oluşturma çabası içeren, bizlerin (Homo sapiens) de dahil olduğu Homo cinsinin kökenini tartıştığım bir yazı, Bilim ve Gelecek dergisinin 2013 yılı Aralık (S.118) sayısında, “Dmanisi fosil keşifleri” başlığı altında yayımlanmıştı. Eğer Bilim ve Gelecek’in o sayısına sahipseniz ya da dergiye online aboneliğiniz varsa, o yazıya kısaca bir göz atıp ardından bu yazıyı okumanızı öneririm.
İnsan evriminde rol almış dört önemli atasal grup var (Figür 3). Bunlardan ilki ve kronolojik olarak en eskisi, yaklaşık olarak 7 ve 4,4 milyon yıllar arasında kalan zaman aralığında yaşamış ve şempanze ile olan ortak atamızdan ayrılan grubun temsilcileri olarak tanımlayabileceğimiz erken insansılar (hominidler). Bu grupta Sahelanthropus, Ardipithecus ve Orrorin gibi cinslerin türleri yer alıyor. Bunlar dik yürüyebilen, ancak zamanlarının büyük bir bölümünü ağaçta geçiren, insansı maymunlar ve insansılar arasında evrimsel özellikler taşıyan ilkin atasal formlar. Figür 3’de erken insansılar yer almıyor, kronolojik ve evrimsel olarak Homo cinsinden daha uzak oldukları için grafiğe dahil değiller. İkinci grupta ise Australopithecuslar yer alıyor. Bu cinsin üyeleri yaklaşık olarak 4 ile 1,9 milyon yılları arasında kalan zaman diliminde yaşamış, dik yürüyebilen, erken insansılardan daha büyük beyne sahip, kabaca alet kullanabilen, farklı beslenme biçimlerine uyum sağlamış ve uzun süre başarılı bir biçimde hayatta kalmış atalarımızdır. Australopithecusların en bilinen türleri Lucy takma adı ile bildiğimiz Australopithecus afarensis ve Australopithecus africanus, Australopithecus garhi ve Australopithecus sediba’dır. Üçüncü grup ise Australopithecuslara çok benzeyen, ancak daha iri yapılı olan ve daha çok sert ağaç kabukları, kökleri ve dalları yemeye uyum sağlamış büyük dişleri olan Paranthropuslar. Bu cinsin üyeleri yaklaşık olarak 3 ile 1 milyon yılları öncesine denk gelen bir zaman diliminde yaşamışlardır. Paranthropuslar iri yapılı ve özelleşmiş adaptasyonlara sahip ata formlardı, beyin hacimleri görece küçüktü, çok güçlü çiğneme kaslarına sahiptiler ve diyetlerinde daha çok bitki ağırlıklıydı. Erken insansılar, Australopithecuslar ve Paranthropuslar sadece Afrika kıtasından biliniyorlar, fosilleri Afrika dışında herhangi başka bir kıtada henüz bulunmadı. Dördüncü ve son ata grubu ise, bizim türümüzün de dahil olduğu Homo cinsi. Bu yazıda daha çok Homo cinsinin ilk üyelerini tanıyacağız. İnsan evriminde karşılaşılan en önemli sorular arasında ilk Homo türünün ne zaman nerde ve nasıl evrimleştiği yer alır. Bu soruların cevabı ise son derece karmaşıktır, gelin hep birlikte bu karmaşık bulmacayı anlamaya çalışalım.









Figür 3. İnsan evriminde rol almış atasal gruplar. Mavi çubuklar Australopithecusları, kırmızı çubuklar erken Homo türlerini, açık mor Paranthropusları ve son olarak koyu mor renk ise geç Homo türlerini gösteriyor.

Homo türleri

Taksonomik olarak Homo cins ismini, ilk defa Carolus Linnaeus (1758) kullandı. Buna göre Homo cinsi altı farklı tür içeriyordu: Homo sylvestris, Homo troglodytes, Homo sapiens ve Homo sapiensin dört ayrı coğrafik varyasyonu (Afrika, Amerika, Avrupa ve Asya). 1800’lü yılların ortalarında ise ilk neandertal fosili keşfedildi ve bu türe birçoğunuzun da bildiği Homo neanderthalensis ismi verildi, ardından Homo erectus, Homo habilis, Homo ergaster, Homo rudolfensis, Homo antecessor, Homo heidelbergensis ve son olarak Homo floresiensis fosilleri tanımlandı. Bu türler genel olarak en çok bilinen ve kabul gören insan türleridir.
Homo cinsinin bilimsel tanımının ve taksonomik çerçevesinin tarihi, özellikle keşiflere ve bu keşiflerin sağladığı yeni bilgilere göre insan evriminin değişen paradigmalarının da tarihini yansıtır. İlk fosil Homo türü 1860’lı yıllarda tanımlansa da, Homo cinsinin kökeni ve evrimine dair dikkate değer modern tartışmaları 1960 yıllardan itibaren başlatabiliriz. Bu anlamda Homo cinsinin kökeni hakkındaki ilk çalışmaların Louis Leakey tarafından başlatıldığını söylemek sanırım hata olmaz. Leakey Homo cinsine ait ilk fosil keşifleri Kenya ve Tanzanya’da yaptı. Kenya-Kanam bölgesinde keşfedilen fosil Homo erectus türüne atfedildi. Takip eden yıllarda yine Leakey ailesinin bir üyesi, Tanzanya-Olduvai George bölgesinde yapılan araştırmalarda yaklaşık olarak 680 cm3 beyin hacmine sahip olan yeni bir türü keşfetti. Bu türün diğer Australopithecuslardan daha büyük beyin hacmine sahip olması, ayrıca aynı lokalitede bulunan ve bu türün üretmiş olabileceği düşünülen taş aletler, onun daha farklı, evrimsel anlamda daha gelişmiş bir tür olduğunu gösteriyordu. Leakey 1964 yılında yayımladığı bilimsel çalışma ile 1,8 milyon yıl öncesine tarihlendirilen bu fosil insana Homo habilis ismini verdi. Bu tarihten sonra birçok Homo habilis fosili keşfedildi. Homo habilis daha büyük beyin hacmine, daha küçük dişlere, daha düz yüze ve daha yetenekli dik yürüyüş anatomisine sahip olması ve ayrıca taş alet üretmesi ve kullanması ile Australopithecuslardan farklılaşıyordu. Ayrıca daha önce keşfedilmiş olan Homo erectus ve modern insan olan Homo sapiense daha benzer özellikler taşıyordu. Bu tarihlerde Homo habilis türü Australopithecus ve Homo cinsi arasındaki evrimsel zincirin halkası ve Homo cinsinin atası olarak yorumlanıyordu.
1970’li yıllarda ise Kenya’da Koobi Fora lokalitesinde Louis Leakey’nin oğlu Richard Leakey tarafından sürdürülen çalışmalarda, Homo cinsinin kökeni hakkında mevcut hipotezleri değiştirecek keşifler yapıldığı duyulmaya başladı. Richard, Turkana Gölü’nün doğu kenarında dokuz kafatası, on çene, bazı dişler ve iskelet parçaları keşiflerini 1973 yılında yayımladığı makalelerle duyurdu. Bu fosiller yaklaşık olarak Tanzanya-Olduvai George lokalitesinden bulunanlar ile aynı jeolojik yaşta idi; 1,9 ya da 1,8 milyon yıl. Kronolojik ve morfolojik benzerliklerden dolayı Koobi Fora fosilleri de Homo habilis türüne dahil edildi. Ancak Koobi Fora’da bulunmuş olan iki kafatası Homo habilisten evrimsel olarak farklılıklar gösteriyordu, en sonunda araştırmacılar bu kafataslarının farklı bir türe ait olduğuna ikna oldular ve Homo rudolfensis ismini verdiler. Konudan bağımsız olsa da, ilginç bir bilgiyi de sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu fosile Homo rudolfensis adının verilmesi, Turkana Gölü’ne Kenya bağımsızlığını kazanmadan önce, koloniyal dönemde Batılıların Rudolf Gölü ismini vermelerinden kaynaklanıyor. 1964 yılında Kenya bağımsızlığını kazandıktan sonra göl orjinal ismini (Turkana) tekrar kazandı.
Bu yıllarda Etiyopya’nın güneyinde Omo Nehri’ne yakın bir bölgede fosil dişler keşfedildi. Bu keşifler Homo cinsinin kökeninin 2 milyon yıl kadar geriye gitmesine neden oldu. Bu sırada Kenya-Chemeron lokalitesinin jeolojik yaşı belli oldu ve burda bulunan fosiller 2,4 milyon yıl öncesine tarihlendirildi. Bu durum 2 mliyon yıl öncesine indirilen Homo cinsinin kökenini 2,4 milyon yıla geriletmiş oldu.
Homo habilis büyük beyin hacmi ile alet üreten ve kullanan bir tür olarak evrimsel bağlamda ileri özelliklere sahip olsa da, genel iskelet yapısı Australopithecuslara da benziyordu. Ayrıca Homo habilis ve Homo rudolfensis arasındaki benzerlikler ve farklar, daha o dönemlerde araştırmacılara erken Homo üyelerinin büyük bir morfolojik çeşitliliğe sahip olabileceğini düşündürmüştü. Erken Homo üyeleri yaklaşık olarak 2,4 ve 1,8 milyon yıllar arasında Australopithecuslar ile benzer bölgelerde yaşamışlardı. Ledi-Geraru lokalitesinde Chalachew’nun yaptığı yeni keşif, Homo cinsinin ilk ortaya çıkışını 2,8 milyon yıl öncesine taşıdı.

Yeni fosil, insanın ataları arasında evrimsel boşluğu doldurmaya aday…

Araştırmacılar henüz bu fosil keşfi taksonomik olarak bir türe atfetmediler. Bu fosilin bir Homo habilis türü olan OH7 envanter numarası ile Olduvai George lokalitesinden bilinen tür ile benzerliklerinin olduğunu ileri süren paleoantropologlar da var, ancak bu iki tür arasında neredeyse 1 milyon yıl gibi uzun bir kronolojik uçurum var. Bununla birlikte Ledi-Geraru buluntusu aynı zamanda Australopithecus afarensise de benzer özellikler taşıyor. Homo cinsine evrimsel olarak en yakın iki Australopithecus türü biliniyordu; bunlardan ilki Etiyopya’dan bilinen Australopithecus garhi ve diğeri de Güney Afrika’dan bilinen Australopithecus sediba’dır. Araştırmacılar Ledi-Geraru türünün bu iki Australopithecus türünden daha çok Australopithecus afarensise yakın morfolojik karakterlere sahip olduğunu belirtiyor. Bu nedenle Australopithecus afarensis ile Homo habilis arasındaki evrimsel boşluğu hem kronolojik hem de morfolojik olarak doldurmaya büyük olasılıkla aday olduğunu iddia ediyorlar. Bu aşamada Ledi-Geraru altçene fosilinin Homo rudolfensis, Homo habilis ve Australopithecus afarensis ile benzer özellikler taşıdığı için erken bir Homo türüne ait olduğuna şüphe yok. Bununla birlikte 2,8 milyon yıl öncesine tarihlendirilmesi, bu türü bugüne kadar bilinen en eski Homo türü pozisyonuna getiriyor.
İnsan evrimi çalışmalarında son yıllarında araştırmacıların özellikle üzerinde durduğu konulardan biri de erken Homo türleri arasındaki morfolojik çeşitlilik. Özellikle 2.5 ve 1.5 milyon yıllar arasında Afrika’da ve Avrasya’da farklı morfolojik biçimlerde Homo türleri keşfedildi.  Gürcistan’da bulunan Dmanisi fosillerinin gösterdiği tür içi morfolojik varyasyon beklenmedik düzeyde genişti. Aynı zamanda Afrika’da (özellikle Doğu Afrika) 2.5 ve 1.8 milyon yıllar arasında bulunan Homo rudolfensis, Homo habilis ve Homo erectus türleri arasındaki morfolojik farklılıklar da son derece dikkat çekici. Jeolojik olarak birbirine çok yakın zaman dilimlerinde ve coürafik alanlarda bu kadar fazla türün bir arada yaşamasının nedeni ne olabilirdi?
Bu sorunun cevabını dünyaca ünlü antropologlar olan Suzan Anton, Richard Potts ve Leslie Aiello’nun ortak ürettiği bir bilimsel çalışma veriyor. 2014 yılının Temmuz ayında yine Science dergisinde yayımlanan Evolution of Early Homo: An integrated biological perspective (Erken Homo’nun Evrimi: Tümleşik bir biyolojik yaklaşım) başlıklı çalışma bugüne kadar paleoantropoloji, ekoloji, biyoloji, jeoloji vb... ilgili bilimlerin çalışmaları ile üretilen erken Homo türlerinin evrimi hakkındaki verileri bir araya getirerek bütünsel bir yaklaşım oluşturdular. Australopithecuslar ve erken insansılardan bizim cinsimizi yani Homo grubunu farklı kılan özellikleri; büyük ve çok enerji tüketen beynimiz, uzun bacaklarımız, yüksek vücudumuz, dişi ve erkek bireylerimiz arasında azalan eşeysel farklarımız, diyetimizde hayvansal besinlerin çoğalması gibi, Afrika’da iklimin kuraklaşması ve buna bağlı olarak artan açık alanlarda hayatta kalma mücadelesi veren atalarımızın yaşadığı topluluklarda ortaya çıkan evrimsel adaptasyonlar olarak biliniyordu. Ancak Anton, Potts ve Aiello Homo cinsinin bu benzersiz özelliklerinin herhangi bir toplulukta evrimleşmiş karakterler paketi olarak yorumlanmaması gerektiğini düşünüyorlar. Özellikle bu karkaterlerin bazılarının daha önce bilinenden daha erken zaman dilimlerinde ortaya çıkmış olabileceğini vurguluyorlar. 2.5 ve 1.5 milyon yıllar arasında Homo cinsinin Homo rudolfensis, Homo habilis ve Homo erectus olarak bildiğimiz ilk üç türünün önemli iklimsel değişimlerin, artan mevsimselliğin -yani yıllık nemli ve kurak dönemler arasındaki farklıların daha da artmasıyla- atalarımızın yaşam alanlarına olan çevresel etkisinin oluşturduğu doğal seçilim baskısı ile evrimleştiğini belirtiyorlar. Bu doğal seçilim baskısı atalarımızın farklı topluluklarında yukarıda bahsettiğimiz Homo cinsine özgü karakterleri evrimleştiren grupları daha avantajlı konuma taşıdı. Özellikle beslenme biçiminde daha töleranslı olma, büyük ve yüksek bedene sahip olma ve taş alet üretebilme gibi özellikler değişençevre koşullarına karşı onları hayatta kalma mücadelesinde daha donanımlı hale getirdi. Homo benzeri evrimsel özellikleri Australopithecus garhi ve Australopithecus sediba gibi türlerde de rastlıyoruz, bu da o dönemde benzer doğal seçilim baskılarına sadece Homo cinsinin üyeleri değil bazı Australopithecus türleri de benzer cevaplar veriyor, ancak bu uyumsal cevaplar onların hayatta kalmasına yetecek güçte ve başarıda değil, o nedenle o türler yok oldular. Örneğin, Australopithecus sediba türünün Homo benzeri el ve diş morfolojisine sahip olmasına rağmen küçük beyin hacmi ve kısıtlı dik yürüme kapasitesi onun değişen çevre koşullarına uyum töleransının yetersiz olduğunu gösteriyor.

Doğu Afrika’da özellikle 3 ile 2 milyon yıllar arasında kalan jeolojik dönemde, sadece insan evriminde değil, diğer memeli hayvan türlerinde, ayrıca bitki örtüsünde de önemli değişimler olmuştur. Bu dönemde meydana gelen küresel iklim değişimleri, Afrika’da iklimsel çeşitliliğin, mevsimselliğin artmasına, ayrıca insan atalarını da içeren çeşitli memeli hayvan türlerinin evrimleşmelerine ve yeni türler üretmelerine neden oldu. Lee Adoyta lokalitesinde bulunan hayvan faunasında yer alan ve bölgede daha önce bilinmeyen yeni memeli türleri de bu tezi doğruluyor. Özellikle artan mevsimselliğin ve kuraklaşmanın bu iklimsel değişimlere uyum sağlamış yeni türlerin evrimleşmesi ile devam ettiği ve Homo cinsinin de bu dönemde ortaya çıkması dikkat çekici. İklimsel değişim ve bunun sonucunda oluşan doğal seçilim baskısı, türlerin değişen çevresel koşullara uyum sağlayarak evrimleşmeleri ve türleşmeleriyle sonuçlandı. Bu dönemde sadece Homo cinsi değil, aynı zamanda Paranthropuslar, yani iri yapılı Australopithecus benzeri insansılar da evrimleştiler. Aynı dönem (3-2 milyon yıllar arası) hem Australopithecuslar, hem Paranthropuslar ve hem de atalarımız olan Homo cinsinin üyeleri birbirlerinin çağdaşı olarak var oldular. Ancak sadece bizim cinsimiz olan Homo cinsinin üyeleri yaklaşık 1,8 milyon yıl önce Afrika dışına göç ederek dünyaya yayıldı ve günümüze kadar hayatta kaldı. Homo cinsinin son ve tek temsilcileri olarak bizlerin yeryüzünde ne kadar süre daha bu yaşam biçimi ve sistemi ile türün devamını sağlayabileceği de günümüzün en önemli sorularından biri.


KAYNAK
1) Villmoare ve diğ. (2015), “Early Homo at 2.8 Ma from Ledi-Geraru, Afar, Ethiopia”, Science, 347, 1352-1355.