Mağaralar kimi
canlıların yaşam alanı iken kimi canlıların da kullandığı geçici barınma alanlarıdır.
Bu jeomorfolojik oluşumlar çoğunlukla bir ya da daha fazla pencere ile yüzeyle
bağlantısı olabilen doğal yeraltı boşluklarıdır. Yarasalardan tutun da kimi
böceklere, küçük boyutlu memelilerden ayılara kadar birçok canlı mağaraları
barınak olarak kullanır. Jeomorfolojik yapıları nedeniyle mağaralar yüzeyden ve
açık alanlardan daha korunaklıdırlar. Bu yapılarından dolayı mağaralar tarih
öncesinde yaşamış atalarımızın da uzun süre, kendi barınaklarını kendi
yapabilecek teknoloji ve yeteneği geliştirene kadar vazgeçilmez barınaklar
olmuştur. Bugün insanlığın ortak bir davranışı olan evlerimizin duvarlarına
resim tablosu, halı ya da fotoğraf gibi herhangi bir sanat eserini asmanın
kökeni mağara duvarlarına ilk resimleri yapan atalarımızdan miras kalmıştır. Mağaraların
sağladığı sosyal ve güvenli ortamın resim, müzik, iletişim gibi soyut
yeteneklerimizin hızla karmaşıklaşmasına neden olduğunu da eklemem gerekli.
Steven Tucker ve
Rick Hunter, mağara bilimcisi (speleoloji) ve Güney Afrika Speleoloji Araştırma
Klübü üyesi iki genç. Mağaralar yukarda basitçe bahsettiğimiz fiziksel özelliklerinden
dolayı her zaman yeni kalıntıların keşfedilebileceği gizemli ve potansiyel alanlar.
Steven ve Rick, jeomorfolojik (karstik) yapısından dolayı onlarca mağaranın
bulunduğu ve birçoğunda insan atası fosillerinin keşfedildiği UNESCO’nın Cradle
of Humankind (İnsanoğlunun Beşiği) adı ile dünya mirası olarak kayıt altına
aldığı Güney Afrika’da araştırmaya başlarlar. 2013 yılında Rising Star
(Yükselen Yıldız) mağarasında (Şekil 1a ve 1b) yaptıkları araştırma sırasında yüzeye
açılan ağzı yaklaşık olarak 20cm genişliğinde ve derinliği 12m uzunluğunda bir
baca buldular. Bu bacanın yeraltında bitişinden itibaren yatay olarak 30m
ilerde küçük bir odada (Dinaledi Chamber) fosiller keşfettiler. Steve ve Rick
(ve klüpleri) aynı zamanda Güney Afrika Witwatersrand Universitesi ile ortak
çalışıyorlar. Buldukları fosilleri üniversiteden jeolog Pedro Boshoff’a
gösterdiler ve Pedro bu fosilleri paleoantropolog Lee Berger’ın ilgisi
çekeceğini düşünüp onunla paylaştı. Bu fosiller Berger ve ekibinin National
Geographic finansal destekli çalışması ile insan evrimi soyağacına Homo naledi ismi ile yeni bir tür olarak
eklendi. Bilimsel çalışmaları eLIFE
Sciences adlı çok da bilinmeyen bir
dijital yayınevinin Genomics and Evolutionary Biology (Genomiks ve Evrimsel
Biyoloji) bölümünde yayınlandı. Böyle
önemli bir keşifin neden Sicence ya da Nature gibi daha saygın bilim
dergilerinde yer bulamadığına pek anlam veremedim açıkçası. Bunlar bir tarafa şimdi
bu fosilinin evrimsel hikayesini hep birlikte irdeleyelim.
Şekil 1a ve 1b.
Raising Star Mağarasının bulunduğu bölge ve mağara girişinin görüntüsü (Jamie Shreeve, National Geographic).
Mağarada fosil
buluntuların olduğu oda erişilmesi oldukça güç bir yer. Bir paleontolog olarak
ilk kez erişilmesi bu kadar güç bir yerde insan atası fosilleri keşfedildiğine
şahit oluyorum. Bu fosillerin rahat çıkarılması için Berger 2013 yılında bir
duyuru yayınladı. Bu duyuruda özellikle “minyon tipli, dar ve düz göğüs
kafesine sahip paleontolojik ve arkeolojik kazı çalışmalarında deneyimli bayan mağara çalışanlarını işe alınacağı belirtildi,
küçük bir ayrıntı ile; çalışma ücret karşılığı olmayabilir. Berger, 57
başvurudan sadece 6 deneyimli ve fiziksel olarak uygun olan adayı seçti. Bu
altı kadın yaklaşık olarak 1550 adet fosil çıkardılar. Bu kadınlardan biri olan
Elen Feuerriegel herhangi bir ücret almayacağı bu zor işe neden başvurduğu
sorusuna “Nasıl başvurulmaz ki, büyük bir keşif heyecanı” şeklinde verdiği
cevap ile bazen yaşanılan deneyimlerin parasal karşılığı olamayabileceğine
güzel bir örnek veriyor. Ekibin diğer üyeleri ise Hannah Morris, Marina Elliott,
Becca Peixotto, Alia Gurtov, ve Lindsay Eaves. Kadın mağara kazıcıları 21 gün
boyunca sürekli göz önünde, kamera ışıkları altında çalıştılar. Yerleştirilen
kameralar ile yüzeyden mağarada fosil çıkarma işlemi zürekli gözetleniyor,
zaman zaman Berger kazıcılara dışardan direktif veriyordu. Bu yeraltı
astronotları mağara içinin çok dar olması nedeniyle çalışma koşullarının çok
zor olduğunu, 3 kişinin fosillere zarar vermeden aynı anda çalışmasının büyük
bir dikkat gerektirdiğini belirttiler. Uzun süre aynı pozisyonda kalırlarsa
bacaklarının uyuştuğunu ve sürekli yer değiştirerek neredeyse örümcekler gibi
taşların üzerinde saatlerce sabit durarak çalıştıklarını anlatıyorlar.
Şekil 2. Mağaranın
kesit haritası (Jamie Shreeve, National
Geographic).
Homo naledi türünün duyurulduğu bilimsel çalışmada 47 farklı ortak-yazarın katkısı
var. Naledi ismi mağaranın bulunduğu bölgede yaşayan yerel halkın dilinde
(Sotho dili) “yıldız” anlamına geliyor. İşin ilginç yanı bu insan atası
fosillerinin bulunduğu odada çok az miktarda kuş ve küçük kemirgen memelilere
ait fosil kalıntılar bulunmuş. Bu fosillerin mağaranın 30m içindeki bu odaya
nasıl geldiği ya da taşındığı da merak konusu. Çünkü odaya ulaşmak için yüzeyden
12m uzunluğunda bir bacadan dikey olarak indikten sonra yer altında yaklaşık
olarak 30m de yatay olarak dar bir kanaldan ilerlemek zorundasınız. Muhtemelen
bu insanlar bu mağaraya herhangi bir tehditten kaçarak girdiler ve çıkamayıp
orada öldüler. Ya da çocuk ya da kadınlardan bazıları girdi ve erkek bireyler
de onları çıkarmak için peşlerinden girdiler ve bir daha çıkamadılar. Bu mağara
insan atalarının yaşadığı diğer bildiğimiz mağaralara hiç benzemiyor, bir
barınak olarak kullanmak için çok zor bir girişi var ve dar bir yaşam odası
var. Jeologlar mağaranın uzun zamandır jeomorfolojik olarak değişmemiş
olabileceğini öne sürüyorlar, bu durumda bu insanların yaşadığı dönemde de
mağara bugünkü koşullarında olmalıydı ki bence bu imkansız, ufak tefek fiziksel
değişiklikler mutlaka olmuş olmalı, en azından mağarada giriş ve çıkışını biraz
daha rahatlatan daha az çökel birikiminden bahsedebiliriz. Diğer bir ihtimal
ise bu insanların buraya gömülmüş olması. Şu ana kadar ölü gömme geleneğine
dair en eski kanıt yaklaşık olarak 60 bin yıl önce Kürdistan’da Bradost dağında
bulunan Shanidar mağarasında yaşamış olan Nenaderthallerden biliniyor. Daha
eski dönemlerde yaşamış erken insan türlerinde ölü gömme geleneğine henüz
rastlanmadı. Bununla birlikte Neandertaller gibi sofistike ölü gömme geleneği
değil ancak basitçe ölülerini herhangi bir çukura atma davranışına İspanya’daki
Atapuerca bölgesinde Sima de los Huesos mağarasından biliyoruz. Bu tür Homo heidelbergensis ve bu buluntular
yaklaşık olarak 350 bin yıl öncesine tarihlendiriliyor. Ancak Homo heidelbergensis Homo naledi’ye göre
çok türemiş bir tür, iki katı beyin hacmine ve sofıstike bir kültüre sahip. Homo naledi’nin beyin büyüklüğü
bizimkinin üçte biri kadar, Homo
heidelbergensis neredeyse bizimle aynı beyin hacmine sahipti. Direk
aklımıza gelen bir soru ise, başka bir çıkışı olmayan bu mağaraya atalarımız
ölülerini atmak için neden ölmüş bedeni önce 12m aşağı ardından da 30m yer
altında dar tünelde taşısınlar? Doğa ekonomisine ve insan mantığına
hiç uymayan bir durum. Sima de los Huesos
mağarasında Homo heidelbergensis ölülerini
kuyuya atabiliyordu çünkü kuyunun yeterince geniş bir ağzı ve hareket alanı
mevcut. Diğer bir soru ise bu insanlar bu çok karanlık olan mağaraya
girdiklerinde çevreyi nasıl gördüler. Berger hiçbir kanıt olmamasına rağmen çok
saçma bir biçimde bu insanların meşale kullanmış olabileceğini öneriyor. Bunu
nasıl düşüncesizce ileri sürdüğüne gerçekten şaşırdım. Atalarımızın ateşi
kontrol ettiğine dair kanıtlar çok keskin değil, en doğru ve belirgin kanıtlar
günümüze yakın tarihler. En kabul gören kanıtlar 400 bin yıl öncesine ait,
ancak birçok araştırmacı atalarımızın 200 bin yıl ile yaklaşık 1.5 milyon
arasında kalan bir dönemde ateşi kullanmayı öğrenmiş olabileceklerini öneriyor.
Berger, şu şekilde bir yorum yapsa gayet anlaşılır olacaktı; “bu insanlar bir
biçimde mağaraya girmişler, büyük ihtimalle bir tehditten kaçıyorlardı, ancak
karanlıkta yollarını nasıl buldukları hakkında bir fikrim yok, zaten mağarada
Dinaledi odasına giden tek bir kanal var ve bir biçimde el yordamı ile de olsa
yollarını bulmuşlar ve bir daha da çıkamamışlar”. Sizce de daha inandırıcı bir
yorum değil mi? Sorulan diğer bir soru ise Homo
naledinin konuşup konuşmadığı. Konuşmaya dair ilk kanıtlar Homo habiliste mevcut, H. naledinin konuşup konuşmadığına dair öne
sürülen herhangi bir kanıt yok.
Sekil 3. Homo naledi türüne ait bulunmuş fosil
kalıntılardan bazıları (Berger ve diğ., 2015)
Birkaç kemirgen ve
kuş fosili dışında Dinaledi Odası’nda bulunan kalıntıların gerisi sadece insan
atalarına ait. Çoğunlukla bu tür buluntu alanlarında başka canlılara, özellikle
büyük memeli türlerine ait fosiller de bulunur. Kazı çalışması sonucunda 15
farklı bireye ait yüzlerce fosil iskelet parçası çıkarıldı, bunların içerisinde
kafatası, el ve kol kemikleri, bacak kemikleri, dişler ve çene kemikleri, göğüs
kafesi kemikleri gibi aklınıza gelen birçok kalıntı mevcut. Buluntuların
bazıları1.5m uzunluğunda erkek bir bireye ait. Bu bireyin ayak fosilleri bizimkilere
benzer bir biçimde ve onun dik yürüdüğünü gösteriyor, bununla birlikte el ve
parmak kemiklerinin anatomisi ise insansı maymunları, daha çok Australopithecus ataları anımsatıyor.
Özellikle omuz anatomisi ve kürek kemikleri bu türün halen ağaç hayatını tamamı
ile terk etmediğini işaret ediyor. Kadın ve çocuk bireylere ait buluntular
buranın belki bir aileye ya da küçük bir gruba ait olduğunu düşündürüyor.
Dinaledi Odası’ndan
ele geçen bütün buluntular homojen bir anatomik morfolojiye sahip, yani
kalıntıların morfolojik özellikleri bireylerin tek bir türe ait olduğunu
gösteriyor. Bunun yanı sıra cinsiyet ve yaş bakımından farklılık gösteriyorlar.
Genel morfoloji bu türün Australopithecus,
Orrorin, Shalenthropus ya da Paranthropus
cinsleri ile karşılatırılınca Homo
cinsine ait olduğunu işaret etmekte. Bu da onun diğer türlere oranla bize daha
yakın olduğu anlamına geliyor. Homo
naledi türünü bizim cinsimiz içinde sınıflandıran karakterler ise
lokomosyon (hareket), çiğneme ve ellerin kullanımı gibi fonksiyonel özellikler.
Özellikle uzun bacaklar, güçlü bacak kaslarının olduğunu düşündüren bacak
kemikleri üzerindeki kas tutunma noktaları ve bizimkilere benzeyen bilek ve
ayak kemikleri önemli benzerlikler arasında. Bütün bu alt uzuv özellikleri Homo naledinin bizler gibi dik
yürüdüğünü ve adım attığını gösteriyor. Bu türün el bilek, avuç ve baş parmak
kemikleri yine bizimkine benziyor. Bu benzerlik onun Australopithecus türleri ve coğrafik olarak çok yakında bulunan Australopithecus sediba’ya göre ellerini
daha yetenekli kullandığının işareti. Homo
naledinin çene kasları çok güçlü değil, dişleri de Australopithecus ve Paranthropuslardan
küçük, bu da aslında bize benzeyen bir özellik. Bu onların çok sert besinleri
tüketemediği anlamına geliyor. Homo
naledi yine Güney Afrika’da bulunan, insan evriminde çıkmaz bir yol olarak
bilinen ve iskeleti daha iri ve kaba yapılı olan Paranthropuslardan da Homo
benzeri özellikleri ile ayrışıyor. Bu karakterler genel olarak bütün iskelet
sisteminin daha narin ve ince yapılı olması, daha uzun alt uzuvlara sahip
olması, kaftasında daha zayıf elmacık kemiklere, daha dar bir yüze, daha zayıf
alt ve üst çene kemiklerine, daha küçük azı dişlerine sahip olması gibi sıralanabilir.
Paranthropuslar insanın soyağacında
sert bitkiler yiyebilmesi ile ünlü insan atalarıdır. Büyük ve güçlü çene
kasları, yine büyük azı dişleri sert otları öğütebilmesini sağlar. Diyetleri
çoğunlukla bitki içerdiği için antropologlar arasında çoğunlukla insan
soyağacının inekleri diye anılırlar. Homo
naledinin üst ve alt çenesinde bulunan kesici ve köpek dişlerinin boyutları
Paranthropus (P.) robustus ile yakın ölçüler taşısa da P. robustuslar zaten küçük boyutlu
kesici ve köpek dişlerine sahiptir. P.
robustusları ayırd eden özellik ön dişlerine göre çok büyük azı-öğütücü
dişlerine sahip olmalarıdır. Homo
naledı hem Paranthropuslardan hem de Australopithecuslardan daha küçük azı
dişlerine sahip, bu özellik onun büyük olasılıkla bir Homo üyesi olduğunu gösteriyor. Homo
naledinin kafatası Homo erectus
ve Homo habilise benzer özellikler
taşıyor; güçlü bir kaş kemeri ve ense kısmında belirgin çıkıntı bu
karakterlerden bazıları. Yüzü ise Homo
rudolfensise benziyor. Bununla birlikte Homo
naledinin Australopithecuslar ile
benzer ilkin özelikleri de var. Bunlar arasında göğüs kafesinin biçimi, uyluk
kemiğinin üst kısmı, uzun ve bükük parmaklar gibi onu türemiş Homo türlerinden ayıran özellikler de
var. Bu nedenle Homo naledi daha çok
erken Homo türleri olan Homo habilis, Homo erectus ve Homo
rudolfensis ile benzerlikler gösteriyor. Genel olarak Homo naledi bize benzeyen vücut boyutu, duruş ve yürüyüşe sahip
iken Australopithecus benzeri beyin
hacmine (yani küçük) sahip. Onun agaçlara da iyi tırmanabildiğini gösteren omuz
ve parmak kemikleri varken aynı zamanda insan benzeri el ve bilek kemikleri
ellerini de iyi kullanabiliyor olduğunu gösteriyor. Ancak fosil kalıntılarla
birlikte hiç taş alet bulunmamış olması bu türün alet kullanıp kullanamadığı
hakkında kesin bir yorum yapmamızı da engelliyor. Kısaca benim özetleyebileceğim
morfolojik yapı Australopithecus
benzeri kafatası ve kalça kemikleri ile Homo
benzeri uzuvlara sahip bir tür Homo
naledi, yani neredeyse tam bir Homo
erectus. Berger bu türü Australopithecus
sediba ile evrimsel olarak bağlantılı olabileceğini düşünüyor. BG’nin 2013
Mayıs sayısında Australopithecus sediba
hakkında detaylı bir yazı yazmıştım. Au. sediba Güney Afrika’da Malapa
bölgesinde bulundu ve bu türün özellikleri Homo
naledi’den farklı olarak Homo
benzeri el, kalça ve dişlere sahip iken Australopithecus
benzeri uzuvlar ve kafatasına sahip olması, yani neredeyse tam bir Australopithecus africanus.
Şekil 4a ve 4b. Homo naledi türüne ait bir kafatası
fosilinin kopyası ve 3 boyutlu canlandırması (Jamie Shreeve, National Geographic ve Witwatersrand Universitesi).
Bu fosilin
morfolojik tanımlamaları ve atıflarında herhangi bir sorun olmamasına rağmen en
büyük problem bulunduğu çökellerin jeolojik yaşını bilemiyor oluşumuz. Maalesef
bu fosilin hangi jeolojik yaşa ait olduğunu henüz bilmiyoruz, neden jeolojik
tarihlendirme yapmadan yayınladılar anlamak güç. Morfolojik olarak erken Homo türlerine benziyor ancak hangi
dönemde yaşadığı önemli, eğer 2.5 milyon yıldan daha yaşlı ise ilk Homo türü olmaya aday olabilir, ve bu
adaylık ile Homo cinsinin ilk
üyesinin ortaya çıktığı coğrafya Doğu
Afrika’dan Güney Afrika’ya geçmiş olur. Son yıllarda insan evrimi
çalışmalarının insanın soyağacına en önemli katkısı özellikle 3 ve 1.8 milyon
yıllar arasında yaşamış olan insan atalarında düşündüğümüzden daha fazla
morfolojik çeşitliliğinin evrimleşmiş olması, daha fazla türleşmenin olup
olmadığı ise tartışma konusu. Bu değişim sadece insan atalarında değil onlarla
birlikte yaşayan özellikle diğer memeli hayvan gruplarında da gözleniyor. Bunun
en önemli nedenlerinden biri değişen çevre koşulları. Bu dönemde
meydana gelen küresel iklim değişimleri, Afrika’da iklimsel çeşitliliğin,
mevsimselliğin artmasına, ayrıca çeşitli memeli hayvan türlerinin
evrimleşmelerine ve yeni türler üretmelerine neden oluyor. Bu konular ile ilgili BG’nin 2014 Mart ve 2015 Mayıs
sayılarındaki Dmanisi fosilleri ve Ledi Geraru fosili ile ilgili olan yazıların
okunması değerli olabilir.
Güney Afrika insan
evrimi açısından önemli bir bölge. Hatta paleoantropoloji tarihinde ilk Australopithecus fosili Güney Afrika’da
1924 yılında keşfediliyor (Au. africanus).
Ardından Ron Clarke’ın keşfettiği yine muhtemelen bir Au. africanus türü olan Little Foot ve Berger’ın keşifleri Au. sediba ve Homo naledi önemli buluntular arasında. Bu tür yeni spekülatif keşifler
kritik soru olan ilk Homo türü nerde
ortaya çıktı, Doğu Afrika mı yoksa Güney Afrika mı sorusunu yeniden ve yeniden sormamıza
neden oluyor. Berger’ın bu ilginç keşifleri soruyu biraz karmaşıklaştırsa da
ben yine en eski fosil buluntuların ve özellikle de taş aletlerin halen Doğu
Afrika’da bulunuyor olmasının önemli olduğunu düşünüyorum. İlk taş alet
kullanımının Australopithecuslar
tarafından da paylaşılan bir davranış olduğu genel olarak kabul ediliyor, ancak
Homo habilis ve Homo erectus’ları karakterize eden alet teknolojilerini üretmek
biraz daha sofistike bir bilinç ve el hareketleri gerektiriyor. Bu durumda taş
aleti üretiyor ve kullanıyor olmayı bizim cinsimizi karkaterize eden ve
bilişsel karmaşıklığı gösteren bir özellik olduğunu varsaymalıyız.
Güney Afrika diğer
memeli hayvan faunaları bakımından da özellikle 3-2 milyon yıl önce Doğu
Afrika’dan farklı bir yapıya sahipti. Bu da Güney Afrika’da farklı ekolojik
ilişkilerin olduğunu gösteriyor. Çoğunlukla Güney Afrika’da yaşamış olan
atalarımızın evrimsel olarak farklı yolları denediklerini ancak başarılı
olamadıklarını düşünüyorum. Au. sediba
ve Homo naledi gibi çok ilginç
mozayik morfolojik özelliklere sahip olan türlerin sanki hayatta kalmak için
farklı evrimsel kombinasyonları zorladıkları ve muhtemelen Güney Afrika’da -Doğu
Afrika’dan bağımsız- izole bir evrimsel senaryonun gerçekleştiği olasılığı
üzerinde duruyorum.
Bununla birlikte Homo naledinin Güney Afrika’da karstik
jeomorfolojik koşullarda ürettiği mozayik evrimsel değişimlerle hayatta kalmaya
çalışan talihsiz bir ata form olduğunu düşünmek yerine Berger’ın hayal ettiği
şekilde onun ilk Homo türü olduğu
–henüz spekülatif- olasılığını düşünmemiz için öncelikle jeolojik yaşını
bilmemiz gerekli ve daha sonra Berger’in yeniden Homo cinsini karakterize eden özellikleri tanımlaması gerekiyor, ya
da Homo naledinin 2.6 milyon yıldan
daha eski taş aletleri ürettiğini kanıtlaması lazım. Güney Afrika’da en eski
taş aletler Sterkfontein mağarasından biliniyor ve 2 milyon yıla tarihlendiriliyor.
Bu taş aletleri Homo habilisin
ürettiği de genel olarak kabul görüyor. Berger’ın Homo naledinin ilk Homo
türü olduğunu kanıtlaması için daha çok veriye ihtiyacı var. Aksi takdirde ilk
insanın Doğu Afrika’da Rift Vadisinde Etiyopya ya da Kenya’da bir yerlerde
3-2.5 milyon yıllar arasında bir dönemde
ortaya çıkmış olabileceği seçeneği yerini koruyacak. Son tahlilde Ferhat, Homo naledi sana ne düşündürüyor diye
sorarsanız, henüz kesin birşeyler söylemek için çok erken, ancak Homo floresiensis gibi beklenmedik bir
insan türünün yaklaşık 95-13 bin yıl önce Endonezya’da Flores adasında izole
yaşadığını biliyoruz. Homo naledinin
yeni bir tür olduğu konusunda yazarlar gayet emin, zira paleoantropoloji
tarihinde birçok yeni tür bazen birkaç fosil buluntu üzerinden tanımlanıyor. Homo nalediye ait 15 farklı birey ve
1550 tane fosil buluntu var. Bu fosilin yeni bir tür olduğuna dair tanımlama
yapabilmek için yeterinden fazla bir koleksiyona sahipler, yeterince göz
dolduruyor, yine de bu onların doğruluğu kesin bir tür tayini yaptıkları
anlamına gelmiyor. Makalenin ikinci yazarı olan ve iyi bilinen paleoantropolog
John Hawks kendi blog sayfasında faydalı yorumlar yapmış konu ile ilgili.
Ayrıca daha detaylı çalışmaların da yakında yayınlanacağını belirtiyor. Ünlü
paleoantropolog Tim White bu araştırmacılardan biraz farklı düşünüyor. Aslında
yazının başında bahsettiğim bu çalışmanın neden Science ya da Nature gibi
saygın bilim dergilerinde yayınlanmadığının cevabını da White eleştirileri ile almış
oluyoruz. Berger ve ekibi bu çalışmayı Nature dergisine göndermişler ancak
hakemler çalışmaya yetersiz kanıtlardan ve verilerden dolayı red vermişler.
Aslında e-LIFE Science dergisi hakemleri de çalışmaya benzer nedenlerden dolayı
ilk seferde red vermişler. Ancak Berger bir biçimde çalışmayı yayınlamanın
yolunu bulmuş.
Tim White Homo naledinin yeni bir tür
olamayacağını, bu türün bulunduğu mağaradan 800m ilerde Swartkrans mağarasında Homo erectus fosillerinin daha önce bulunmuş
olmasının bir tesadüf olamayacağını, Homo
naledi fosillerinin de Homo erectusun
bir formu olduğunu ileri sürüyor. Sorun biraz da fosilin jeolojik yaşını
bilmememizden kaynaklansa da White jeolojik yaş ne olursa olsun Homo naledinin morfolojisinin Homo erectusun bir varyasyonu olduğunu
iddia ediyor ve bu yeni türün paleoantropolojide insanın soyağacının sahte-medyatik
tür tanımlamaları ile şişirilmesine güzel bir örnek olarak gösteriyor. Diğer
bir paleoantropolog Darren Curnoe, Berger ve ekibinin fosilin bulunduğu
çökellerin jeolojik yaş tarihlendirilmesini beklemeden aceleci davranıp yeni
tür olarak yayınlamalarını da gereksiz bulduğunu belirtmiş. Ünlü primatolog
Frans de Waal ise keşfi ve yayını spekülatif bulduğunu belirtmiş, bu kadar
ilkin morfolojik özelliklere sahip bir türün ölü gömme gibi türemiş insan
türlerinde var olan bir davranış ile anılmasını ve medyada yer bulmasını
bilimsel bir sorumsuzluk olarak değerlendirmiş. Diğer bir ünlü antropolog
Zollikofer ise buluntuların yeni tür olarak isimlendirilmesini bilimsel saygınlıktan
ziyade medyaya karşı bir şov olduğunu, ve bu türü bilimsel tür değilde “medya
türü” olarak isimlendirmenin daha doğru olacağını söylüyor. Ayrıca Zollikofer
de White gibi bu türün ilkin ve küçük boyutlu bir Homo erectus olabileceğini düşünüyor, ancak jeolojik yaşın bir an
önce belirlenmesinin gerekliliğini de vurguluyor. Eğer BG’nin 2014 Mart
sayısında yayınlanan Dmanisi fosilleri ve insan evrimi ile ilgili yazıyı
okursanız özellikle Homo cinsinin
erken üyeleri olan Homo habilis, Homo rudolfensis ve Homo erectus türlerinde yüksek oranda bir morfolojik çeşitliliğin
olduğunu ve bu fosillerin hepsinin neredeyse tek bir tür altında
toplanabileceği dahi önerilmişti. Eğer Homo
naledi türünün bulunduğu çökeller erken Homo
türlerine yakın bir dönemi işaret ederse onun anatomik karakterleri de bu
yüksek morfolojik çeşitlilik içerisinde kalacak ve büyük olasılıkla Homo erectus olarak
sınıflandırılacaktır.
Bu konuda bir son
söz söylemek henüz mümkün değil, ancak son yorum şu şekilde olabilir; Homo naledi, Au. sediba gibi Lee Berger’ın diğer bir ‘medya-tik türü’ olma etiketinden
veriler ve kanıtlar onu doğrulayana kadar kurtulamayacak. Bu buluntuların Homo erectusun ilkin bir formu değil de
gerçekten yeni bir tür olduğunu kabul etmemiz için 1- Jeolojik yaşın bir an
önce belirlenmesi, 2- Yeni tür tanımlaması için ileri sürülen ayırd edici
morfolojik karakterlerin gerçekten ayırd edici olup olmadığının bir bilim
kurulu tarafından tescil edilmesini ve genel bir konsensus oluşmasını bekleyeceğiz.
Ayrıca bilim insanlarının çalışmalarında medya ve popülariteyi değil gerçek
bilim kriterlerini takip etmelerini de umut etmeye devam edeceğiz.
Kaynaklar
Berger ve diğ.
2015. Homo naledi, a new species of
the genus Homo from Dinaledi Chamber,
South Africa. eLife Sciences, Genomics and Evolutinary Biology. eLife
2015;4:e09560. DOI: 10.7554/eLife.09560
Shreeve, J. 2015.
This face changes the human story, but how? National Geographic, September 10,
2015. http://news.nationalgeographic.com/2015/09/150910-human-evolution-change/
Hartley, R. 2015. Some
bones to pick. 18 September, 2015. Times Live. http://www.timeslive.co.za/thetimes/2015/09/18/Some-bones-to-pick