4 Eylül 2020 Cuma

Amerika’dan Türkiye’ye antropoloji, ırk ve ırkçılık

 Kurgusal bir kategori olan “ırk” tarihte fiziksel antropoloji gibi bilim dalları
tarafından desteklenip yasal olarak anlam kazandığı zaman bir ideoloji olarak
gelişmiş ve biyolojik bir hiyerarşi olarak, üstün olan ırksal grupların aşağı olanları
hem ekonomik hem de sosyal olarak sömürebilmesinin kapısını sonuna kadar
açmıştır. İnsanlar biyolojik olarak ayrı kıtasal ya da bölgesel genetik gruplara
sınıflandırılamaz, tek bir türdür. İnsanlığın bir ayıbı olarak ırk ve ırkçılık vardır, ancak
antropolojik ve biyolojik olarak yoktur.

"Insanlar kendi tarihlerini kendileri yapar, ancak bunu serbestçe, kendi belirledikleri koşullar altında değil, ama daha önce var olan, verili ve geçmişten aktarılan koşullar altında yaparlar. Geçmiş nesillerin gelenekleri yaşayanların beyninde bir kâbus gibi oturmaktadır.” (Karl Marx, 1892)

Günümüzde halen küresel bir ırksal hiyerarşinin varlığından söz etmek mümkün. Bu küresel ırksal hiyerarşinin en tepesinde uzunca bir süredir politik ve ekonomik olarak küresel pazara da egemen olan beyazlar yer almaktadır. Küresel beyaz egemenliği, önce Avrupa’da ardından Amerika Birleşik Devletleri’nde güçlenmiş, ardından Dünya’nın birçok bölgesinde beyaz olmak diğer ırklara göre entelektüel, sanatsal ve teknolojik olarak bir üstünlük imtiyazına dönüşmüş ve çoğunlukla beyazlar bu imtiyazı korumak için diğerlerine sistematik ırkçılığı ve sömürüyü sürdürmüştür. Irkçılık insanlık tarihinde çok eski olmayan, özellikle sömürgecilik (kolonyalizm) ile başlayıp kapitalizm ile daha da güçlenmiş ve zaman zaman ekonomik sistemleri de aşan küresel bir fenomen. Irksal gruplandırma, birer sosyal kategori olarak küresel ölçekte üstün ve aşağı ırklar hiyerarşisine atıf yapar. Irkçılığın en bariz ve kaba olanı deri rengi ve anatomik-fenotipik yapıya dair olanıdır; Amerika’da uzun yıllardır siyahlara uygulanan ırkçılık gibi. Irkçılığın diğer bir versiyonu ise etnik kimliğe dayalı sosyal ve kültürel ayrımcılık ve inkârdır; çoğunlukla ulus devlet yapılanmalarında uygulanan ırkçılık gibi. Irkçılık ile aynı kökenden beslenen diğer bir nefret tutumu ise cinsiyet ırkçılığı; özellikle erkeklerin kadınlara ya da trans bireylere karşı uyguladığı erkek-egemen cinsiyet ayrımcılığı gibi.

Irkçılığın versiyonları çoğaltılabilir. Bu yazıda Amerika’dan Türkiye’ye ırk ve ırkçılığın tarihsel ve antropolojik temellerine sınırlı da olsa değinmeye çalışacağım. Başlığın iddialı olduğunu kabul ediyorum, ayrıca “ırkçılık” patolojisinin kapsamını da belirlemek zor, ancak bu yazının da böyle bir iddiası yok. Kaldı ki kısa bir makalede ve özellikle böyle çerçeveli bir konuda detayları ile bir yazı oluşturmak benim için hayli güç şu sıralar. Bu nedenle sadece Amerika ve Türkiye antropoloji tarihinde bazı kesitleri dikkate alarak -özellikle ırk çalışmaları- bir yeniden- okuma yapmayı hedefliyorum. Antropoloji tarihçisi Stocking “tarihi seyri içinde antropoloji bilimi sadece sömürgeciliğe ve kolonyalizme değil, aynı zamanda ulusalcılığa da hizmet etmiştir” der. Buradan hareketle yazıya başlamak istiyorum, eksiklikleri anlayışla karşılayacağınızı ümit ediyorum.

George Washington ve Thomas Jefferson gibi liderlerin özellikle İngilizlere karşı kendi ulusal bağımsızlıklarını kazanıp özerk bir Amerika yaratmak için giriştikleri Amerikan Devrimi, kendilerinin İngiliz ekonomik ve politik köleliğinden kurtulmak için siyah köleliğini bitirmeleri gerektiğine inanmaları ile sonuçlanmıştır. Ancak güney eyaletlerinde siyah köleliği tarım ekonomisinin sürebilmesi için hayati bir meseleydi. Plantasyon sahipleri Kuzey’in bu girişimine şiddetle karşı çıktılar. Buna rağmen Amerikan Kongresi 1808 yılında yeni kölelerin ithal edilmesini yasaklamıştır. Kongre’nin bu kararının bir hükmü olmamış, 1860 yılında kadar köle sayısı yeni ithal edilenler ile üç katına çıkmış, bunların önemli bir çoğunluğu da güney eyaletlerinde pamuk tarlalarına gönderilmiştir. Nihayetinde güney ve kuzey eyaletleri arasında Başkan Abraham Lincoln’un kölelik karşıtı duruşu ile Amerikan İç Savaşı’nın başlamasına neden olan bu durum kuzeylilerin savaşı kazanması ve köleliğin anayasal olarak bitirilmesi ile sonuçlanmıştır. Savaşın hemen ardından tarım ekonomisi zayıflamış ve köleliğin bitirilmesi tekrar tartışılan bir konu haline gelmiştir ve ekonomik-ideolojik kölelik bir biçimde sürmüştür. Amerikan İç Savaşı’nda önemli ırkçı katliamlara imza atmış güney komutanlarından Robert E. Lee’nin ismi halen Virginia, Texas, Florida, Louisiana ve Alabama gibi eyaletlerdeki okullarda yaşamaktadır. Böyle bir ismin okullar üzerinden onore edilerek yaşatılıyor olması Amerika’da ideolojik olarak ırkçılığın ve sömürgeciliğin halen güncel bir sorun olduğunu gösterir.



















ABD’de köleciliğin kısa öyküsü 

Amerika’da Floyd gibi yüzlerce siyahın polis tarafından keyfi öldürülebilmesinin arkasında yatan tarihi karanlık bir güç var. Bu güç, Kolomb’un Amerika kıtasını keşfinden Amerika Birleşik Devletleri’nin kurulumuna mevcut olan ırkçı ve sömürgeci baskı politikaları ve pratikleridir. Yaklaşık olarak 1500’lerde keşfedilen Kuzey Amerika’da kölelik ilk olarak bir grup Angolalının Portekizliler tarafından kaçırılıp Amerika’nın Virginia eyaletinde 1619 yılında köle olarak İngilizlere satılması ile başlar. O günden günümüze Nat Turner’s Revolt, Underground Railroad, Niagara Movements, The Harlem Renaissance, Montgomery Bus Boycott, Selma to Montogmery March ve son olarak Black Lives Matter gibi önemli siyah hareketleri, beyazların sömürgeciliğinin ve ırkçılığının boyutlarını gösteren önemli direnişlerdir.


Amerikan antropolojisinin kuruluşunda ırkçılık
2. Dünya Savaşı öncesi ortaya çıkan birçok ulus-devletin kurulmasındabir araç olarak (toplumsal mühendislik aracı) kullanılan antropoloji bilimi (özellikle fiziksel/biyolojik antropoloji) aynı zamanda bu ülkelerde kültürel ve ekonomik eşitsizliğe dayalı birçok problemin de altyapısını oluşturmuştur. Amerikan Fiziksel Antropoloji Derneği biyolojik antropolojinin tarihi seyri içinde ürettiği “ırk” çalışmaları ile bu sömürgeci ve ırkçı sistemin oluşmasına katkı koyduğunu itiraf eder. Özellikle Amerikan fiziksel  antropolojisinin kurucu liderleri, ürettikleri ırkçı çalışmaları Siyahlara, Kızılderililere ve diğer farklı renkteki ezilenlere karşı Beyazların ırksal üstünlüğünün meşrulaştırılması yönünde kullanılmasını sağlamışlardır. 


Amerikan antropolojisinin kurucusu olarak bilinen Samuel G. Morton’un (1799-1851) evi arkadaşları tarafından “The American Golgotha” (“Amerikan Kafatası Tepesi” şeklinde çevirebiliriz) olarak isimlendirilmiştir. Özellikle Amerikan yerlilerine ait topladığı yüzlerce kafatası dönemin en büyük kafatası koleksiyonudur. Morton kendi çalışmalarında daha önce Avrupa’da üretilen benzer çalışmalarda farklı insan anatomi tipleri için kullanılan “çeşitler” terimini “ırk” terimi ile değiştirmiş ve o günden neredeyse günümüze yakın tarihlere kadar ırk terimi kullanılagelmiştir.

Morton Amerika ve Mısır’dan topladığı kafataslarında yaptığı bu ölçümlere göre her seferinde Kafkasoid Beyazların kafatası hacmi ortalamasını diğerlerine (Siyahlara ve Kızılderililere) göre yüksek bulur, bu da büyük beyinli Beyazların daha üstün, yaratıcı ve zeki olduğu şeklinde yorumlanır. Stephen Jay Gould, Morton’un hesaplamalarında kullandığı yöntemler nedeniyle sonuçların farklı çıktığı ve her seferinde belli standartları yakalamak için yeniden ölçümler yaptığını belirtir. Morton “Teutonik Aile” olarak isimlendirdiği ve kafatası kapasitesi tablosunda en üstte sınıflandırdığı grupta en büyükten küçüğe doğru Almanlar, İngilizler, Anglo-Amerikanlar, Hellenik, Keltler, Hindiler, Yahudiler ve Nilotik yani kuzey-doğu Afrikalıları yerleştirir. Kafatası kapasitesi en düşük olanlar ise Amerikan yerlileri ve Siyahlardır. HattaAborjinler en sonda kalmışlardır. Ancak yazının başında belirttiğim, Morton gibi ilk antropologların çalışmalarında etkisi altında kaldığı politik ve kültürel faktörlerin etkisine dikkat çekmek istiyorum. Morton Crania Americana (1839) kitabında Grönland adası yerlilerini (Eskimolar) betimlerken şöyle yazar: “Onlar kurnaz, duygusal, nankör, inatçı, benciller. Çiğ ve kirli besinlerle besleniyorlar ve sadece şimdi için yaşıyorlar. Bebeklikten yetişkinliğe süren bir çocukluk…” Morton’un kafatası kapasitesi hesaplarının, farklı toplumların kültürleri ve gündelik yaşam biçimleri hakkındaki düşünceleri ve bu yaklaşımın kafatası kapasitesi sonuçları ile birleşmesi üstün ve aşağı ırklar kategorisindeki kaçınılmaz sınıflandırma ile sona ermektedir.

Morton, Hotanto yerlilerini hayvanlara en yakın olan grup olarak nitelerken ve Çinliler ile maymunları karşılaştırmaya kalkarken tamamen ırkçı bir yaklaşım benimsemiştir. Morton’un çalışmalarında tehlikeli olan kısım matematiksel kafatası kapasitesi ölçümleri değil, bu ölçüm sonuçlarından yola çıkarak yaptığı mental kapasite ve uygarlık seviyesi yorumlarıdır. Morton’un çalışmaları zaman olarak tam da Amerikan İç Savaşı dönemine denk gelmiştir. Bu savaş köleliği savunan güney eyaletleri ile köleliğe karşı olan kuzey eyaletleri arasında geçer. Morton’un bulguları yani kafatası hacimlerine bağlı “ırk” ayrımları ve bundan yola çıkarak yaptığı üstün ve aşağı ırklar kategorisi bu savaşta ideolojik üstünlük için kullanılmıştır. Hatta Morton öldüğünde, Güney bölgesinin önemli tıp dergisi (Charleston Tıp Dergisi) onu “Bizler, Güneyliler olarak, onu velinimetimiz bilmeliyiz, zira o, yaptığı somut çalışmalar ile siyahları ait oldukları gerçek pozisyona, aşağı ırka atfetmiştir.” şeklinde onurlandırır. 1860’lı yılların sonlarına doğru Amerikan İç Savaşı’nın ardından fiziksel antropoloji bilimi varoluşsal anlamını yitirir. Ancak Amerikan antropolojisinin kurucu figürleri olan Franz Boas, Ales Hrdlicka ve Earnest Hooton’un antropolojinin odağını ırk çalışmalarından “insan çeşitliliğinin çalışılması” olarak yeniden yapılandırması ile antropoloji yeni bir sürece girer. Boas insan çeşitliliğinin farklı coğrafik ortamlara uyumsal bir sürecin sonucu olduğunu vurgulamaya çalışır. Ancak dönemin kalıtım ve evrim bilgisinin henüz yeterli düzeyde gelişmemiş olması uyumsal açıklamaların zayıf kalmasına neden olmuştur.

Nazi dönemi Alman fiziksel antropolojisinin etkisi
Irk çalışmaları, farklı biçimlerde, 20. yüzyılın yarısına kadar fiziksel antropoloji   alışmalarında baskın olmaya devam etti. Irk çalışmalarının antropolojinin odağından çıkmasını tetikleyen önemli politik ve sosyal olaylar 2. Dünya Savaşı’nın hemen öncesi ve sonrasında meydana geldi. Alman Nazi hareketinin üstün Alman ırkı inşası bir devlet projesi olarak fiziksel antropolojinin ve öjeni çalışmalarının üstün ve aşağı ırk çalışmalarını temel alıyordu. Almanya’da ırk ideolojileri Ernest Haeckel’in ilknesil Darwinist çalışmaları ile birlikte daha popüler oldu. Haeckel birçok sosyal davranışın biyo-sosyal evrimin sonucu olduğunu ileri süren sosyal-Darwinist görüşler ileri sürüyordu. Onun bu görüşlerine ilk karşı çıkan, modern toplumun hümanist ve pasifist bir yapıya sahip olması gerektiğini savunan, antropolog ve hastalık bilimci Rudloph Virchow oldu. Haeckel’in Darwnizmi kendi politiksosyal görüşlerini desteklemek için kullanmasına karşı Virchow onun bu görüşlerine aynı sertlikle karşı çıkıyordu. Sosyal ve kültürel örüntülerin fiziksel antropologlar ve biyologlar tarafından Darwinist doktrinler ile açıklanmaya çalışılması Virchow’ın Darwin’in evrim kuramına karşı şüpheli yaklaşmasına neden olmuştu. 


Virchow’un ırk konusundaki özgürlükçü yaklaşımından Franz Boas etkilenmişti. Boas Avrupa’da Virchow’dan antropoloji, ilerde Durkheim’ın esinleneceği düşüncenin -kolektif bilinç fenomeninin- babası olan Adolf Bastian’dan da etnografi eğitimi aldı. Böylece Boas’ın antropoloji formasyonu sadece fiziksel antropoloji ile kısıtlanmadı, kültür, dil ve folklor alanlarında da zenginleşmiş oldu. Buna rağmen Boas, Alman Nazi ideolojisinin destekçisi ve politik fırsatçısı fiziksel antropolog Eugene Fischer ile hiç çatışmadı. Almanya’da dönemin birçok antropoloğu Alman devlet  politikalarını kabul ederek dıştaki “ötekileri” çalışmak yerine içteki “ötekileri (Yahudiler gibi)” ve içteki “bizi (Avrupa’nın yerli üstün ırkı)” çalışmayı politik olarak benimsediler. Nazi Almanya’sının Germenik ırkını “içteki” ve “dıştaki” düşmanlardan koruma ve ıslah etme amaçlı devlet politikasının da bir parçası olarak fiziksel antropoloji çalışmaları biçimlendi. Fischer’in kontrolünde  gelişen insan genetiği çalışmaları Nazi partisine bir emniyet kemeri oluşturmuş ve Alman fiziksel antropoloji bilimi Nazilerin ırkçı politikalarını uygulayabilmeleri için teorik ve pratik kaynak sağlamıştır. 2. Dünya Savaşı sonlandığında Eugene Fischer Nazi politikalarını destekleyen çalışmalarından dolayı sürgünde olan anatomist Franz Weidenreich ve genetikçi Richard Goldschmit tarafından savaş suçlusu ilan edilmiştir. Bu dönemin ırkçı Alman fiziksel antropolojisi Amerika’da karşılık bulmuştur. O dönem Harvard’da antropolog olan Earnest Hooton kötü Alman fiziksel antropolojisi ile iyi Amerikan fiziksel antropolojisi arasındaki farkın kesinleştirilmesi gerektiğini belirtir. Franz Boas, Nazi fiziksel antropolojisini ayıplayan bir imza metni hazırlayıp Amerika’da dönemin ileri gelen antropologlarına imza için sunduğunda sadece Hooton ve Hrdlicka imzalar.


Türkiye’de antropolojinin başlangıcı ve ‘Türk ırkı’ tanımları
Dünyada bu tür gelişmeler yaşanırken ülkemizde ilk fiziksel antropoloji çalışmaları cumhuriyet
devriminin ardından Atatürk’ün girişimleri ile Türk ırkının fiziksel özelliklerinin tespiti gayesiyle başlar. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ile birlikte cumhuriyet devriminin ardından Türkiye’nin ulusal kimlik arayışında olduğu ve fiziksel antropolojinin de bu süreçte Türk ırkının özelliklerini belirleyecek çalışmaları başlatarak ulusun inşasında rol aldığı bir dönem başlar ve fiziksel antropoloji -Avrupa’dan ithal edilen bir bilim olarak- bu çalışmalar ile kurumsal bir kimlik kazanır. Antropolojinin  kurumsal olarak kuruluş gerekçesi 1925 yılında kurulan Türkiye Antropoloji Tetkikat Merkezi üyeleri tarafından “... Eger bir millet sureti mahsusada tetkike şayan olmuş ise o da bu zafer ve inkisaf günlerinde bulunan bizim milletimizdir. O halde Türklerde birçok evsaf olmak lazim gelmez mi? Siyaset itibarile milletler arasindaki mevkiimizi tamamile istemek nasıl hakkimiz ise, akvam ve cemaati beşeriye arasında ırkımıza raci olan mevkii tesis etmek te öylece vazifemizdir. Işte antropolojiye ilk safhada düşen iş budur.” şeklinde belirlenmiştir (Kansu, 1940).


Tıp doktoru Şevket Aziz Kansu antropoloji bölümüne Atatürk tarafından bölüm başkanı olarak atanır. Kansu 1927 yılında Paris Antropoloji Okulu’na antropoloji ihtisası için gönderilmiştir. 1935 yılında Atatürk’ün emirleri ile antropoloji İstanbul’dan, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin kurulması ile Ankara’ya taşınmıştır. Kansu, 1932 yılında Türk Antropoloji Mecmuası’nda yazdığı “Türk Irkı ve Türk Dili” başlıklı makalede linguistik çalışmaların antropolojik içeriğini tartışır iken aynı zamanda Türk’ün ırksal konumunu belirtir. Buna göre “Türk ırkı beyaz ırka dahildir, daha detaylıca belirtir ve Türk ırkı brakisefal (yuvarlak kafalı) Alp ırkına mensuptur, Türkler hakikatte Alp ırkının yüksek derecede hususiyet kazanmış bir dalıdır” der. Kansu, Türk’ün antropolojik tasniflerdeki “bu hakiki mevkii, bugün tamamı ile kat’i olarak kabul edilmiştir” diyerek Türkiye halklarını Alp ırkına tasnif eder. Hatta Türkler ile Moğolların karıştırıldığını ve Türklerin Orta Asya kökenli Alp ırkına mensup olduğunu yüz şekli, kaş ve göz rengi gibi özelliklere dayanarak vurgular. Üstüne üstlük Orta Asya’dan Avrupa’ya göç eden Alp ırkının orijinal dilinin de Türkçe olduğunu iddia eder. 


1943 yılında antropolog Seniha Tunakan, Nazi antropoloğu Eugene Fischer’ın görüşlerinden hayli esinlenerek yazdığı ve Ankara Üniversitesi DTCF dergisinde yayınlanan “Irkların Doğuşu” başlıklı makalesinde dört temel ırk grubunun (Australid, Europid, Negrid ve Mongoloid) kökenini sahip oldukları fiziksel ve “ruhi” özelliklerin kalıtsal mutasyonlar ile gerçekleştiğini yazar. Bu süreçte Atatürk’ün manevi kızı antropolog Afet İnan İsviçre’de ırkçı çalışmaları ile bilinen Eugene Pittard’ın danışmanlığında (1935 yılında gider) Geneva Üniversitesi’nde yaptığı doktora çalışması (1936-1939) kapsamında Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde yaşayan 64.000 vatandaşın (Kürt, Laz, Çerkez, Roman, Arap, Gürcü, Abhaz, Boşnak, Ermeni, Rum, Yahudi….v.d. etnik grupları ayırmadan) kafatası ve diğer vücut uzuvlarını Türk ırkının ait olduğu ırkı bulmak için ölçer (veri hatalarından dolayı yaklaşık 60.000 kişiye ait veriler kullanılmıştır). Bu kadar kişiyi tek başına ölçmesi mümkün değildir, Atatürk’ün emirleri ile bu doktora çalışması bir devlet projesi olur ve devletin askeri-memuru kısa bir antropometrik ölçme eğitiminin ardından yaşadıkları bölgelerde ölçüm çalışması yaparlar. Sonuçlar Afet İnan’a ulaştırılır, o da bu sonuçları yaptığı analizler ile değerlendirir ve Türk ırkını -daha önce Şevket Aziz Kansu’nun 1932 tarihli makalesinde iddia ettiği gibi- Alp ırkına tasnif eder. Böylece Türk ırkı Moğol ırkına ait olmayıp Avrupalılar ile aynı ırk grubuna, Homo alpinus’a dahil olur. Türk’ün ırkına raci olan yüksek mevkii artık tesis edilmiştir. 


Türkiye’de bilimsel ırkçılık 
Antropoloji bilimi Türkiye’ye bir ırk bilimi olarak girer ve Türkiye ulus-devlet inşa sürecinde Türk ırkını yaratarak görevini yapar. Hatta “Türk ırkının bu fiziksel özellikleri” brakisefal arkeolojik iskelet kalıntıları ile de benzeyince Anadolu’ya Türk’ün gelişi Hititlere kadar iner ve coğrafik yayılışı Orta Asya’dan Orta Doğu ve Avrupa’ya kadar genişler. Afet İnan’ın doktora hocası olan İsviçreli Eugene Pittard brakisefal ırkın Türk ırkı olduğunu iddia eder, buna göre bütün brakisefal toplumlar hangi dili konuşursa konuşsun, hangi kültürü yaşarsa yaşasın artık Türk’tür ve Türk ırkından türemiştir. Kimi antropologlar, sosyologlar, hatta tarihçiler Türkiye’de Atatürk’ün emirleri ile gerçekleşen bu köken ve ırk çalışmalarının “ırkçı” olmadığını, antropolojik olduğunu iddia etseler de -muassır medeniyetlerin yüksek ırklarına karşı aşağı ırklarda yer almak istemeyen ve kendi üstün ırkını arayan  yeni Türkiye’nin farklı dil konuşan etnik grupları tek bir anatomik ve fiziksel “ırka” atfederek dönemin uluslararası ruhuna uygun bir biçimde “bilimsel ırkçılık” yapılmıştır. Bugün bizlere bir ulus kimliği olarak sunulan Türklük, bir millet ya da ulus olarak değil, öncelikli olarak “fiziksel bir ırk” kategorisi olarak tanımlanmıştır.

Pittard, dönemin ırk kategorileri olan Almanya’da Nazi döneminde kurulan Ahnenerbe (atasal köken) kurumu Alman yani Germen ırkının kökeni, dağılımı ve ıslahını araştırmak için Hitler’in emirleri ile kurulmuştur. Buna benzer olarak Türkiye’de de Türk Tarih Kurumu “Türk’ün” ırksal ve tarihsel kökeni ve dağılımını araştırmak için devlet tarafından kurulur ve çalışmalarını sürdürür. Yeni Türkiye’nin resmi tarihi işte bu kuruma emanettir ve ulus-devletin resmi ideolojisi ırkçı bir tarih yazmaya başlar. Avrupa kültürü, gelişmiş Batı kapitalizminin bir ürünü olarak ilerlemiş uygarlığı temsil ediyor ve Avrupalı beyaz ırk da bu bayrağı taşıyordu. Bu durum karşısında “ötekiler” bu geri kalmışlıktan kurtulmak ve gelişmiş ırklar ve kültürler kategorisine katılma çabasında idiler. Bir noktada, Avrupa’nın, Türkiye’yi de dahil ettikleri aşağı ırklar ve medeniyetler kategorisine Türkiye kendi ırkını oluşturmaya çalışarak karşı çıkıyor hatta Avrupalıların atasının da Türkler olduğunu ileri sürüyordu. Bu durum kendi  çinde resmi bir ırk ve ırkçı bir tarih kurgusunun da kapısını açmıştı. 

Farklı bölgelerin ‘kafatası karinesi’ 
Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte uzun bir savaş döneminden çıkan yeni Türkiye bu dönemde Amerika başkanı Woodrow Wilson’ın ulus-devlet yapılaşması kapsamındaki 14 maddesi ile tanışır. Vladimir Ilych Lenin’in 1914’de yazdığı Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı bir biçimde Wilson’un 14 maddesinde yer bulur ve buna göre her ulus kendi yaşadığı coğrafyada kendi geleceğini belirleme hakkına sahip olacaktır. Ancak belirli coğrafyada yaşayan politik ve ekonomik olarak egemen olan halkların “azınlık” olarak nitelendirdiği “öteki” halklara böyle bir hakkı verme niyeti yoktu. Mustafa Kemal fiziksel antropolojiyi bir araç olarak kullanıp Türk ırkı eksenli ulus modelini hayata geçirmeye çalışıyordu. Şevket Aziz Kansu, Pittard’ın görüşlerinden de esinlenerek, Anadolu uygarlıklarına ait arkeolojik iskelet kalıntılarını modern kafatasları ile karşılaştırıyor ve brakisefal ırkın sürekliliğini kurgulayarak Türk ırkının Anadolu’da Hititlerden bu yana var olduğu (Proto-Türkler), hatta Avrupalı Alpin ırkının da atası olduğunu ileri sürerek Türk Tarih Tezi’nin ideolojik altyapısını oluşturuyordu.

Avrupa’nın aşağı ırk olarak gördüğü Türkler yüksek ırklar arasında yer aldığını kanıtlama çabası verdiği sırada Afet İnan’ın doktora tez verisine dayalı yaptıkları “Türkiye’nin bölgelerinin entelektüel yetiştirme” analizi ve haritasına göre kafa karinesi yüksek olan Kuzey-Batı Anadolu’nun (1. tefekkür mıntıkası ve 7.antropolojik bölge, İstanbul, Sinop, Bolu, Amasya ve Kocaeli) deha insanları Homo alpinus’a ait iken güney bölgesinin (9. tefekkür mıntıkası ve 8. antropolojik bölge, Adana, Maraş, Gaziantep, Urfa ve Mardin) “gerzek” insanları brakisefal kafa karinesine yaklaşmakta, ancak  muhtemelen aşağı bir ırka aittir. Bu arada doğu vilayetlerinin (Tokat, Sivas, Trabzon, Erzurum, Van, Siirt, Diyarbakır, Malatya ve Elazığ) ikinci sırayı alması Kansu’nun dikkatinden kaçmaz. Kansu, bölgeler arası entelektüellik farkının sadece tarihi, ekonomik ve sosyal etmenlerden kaynaklanmadığını, biyolojik ve antropolojik faktörlerin de önemli olduğunu düşünüyordu. Bu antropolojik faktörler makalesinde belirttiği kafatası karineleridir. Buna göre, kafatası karinesi yüksek olan Homo alpinus yani Anadolu’nun kuzeyli ve batılı insanları, kafatası karinesi düşük olan güneyli insanlarından entelektüellik bağlamında daha ileridedir, yani daha üstündür. Amerika’da Samuel Morton’un neredeyse yüz yıl önce yaptığı ırkçı çalışmaların benzer sonuçlarına Türkiye’de Şevket Aziz Kansu 1942 yılında ulaşıyordu. 

Etnik milliyetçilik ve asimilasyon
Avrupa’nın aşağı ırk gördüğü Türk bu sefer Anadolu’da kendi üstün ve aşağı ırk kategorilerini  Şevket Aziz Kansu’nun önderliğinde oluşturdu. “Entelektüel” olarak geri durumda olan “azınlık” grupların uygarlaştırılması için girilen cumhuriyetin “yeni uygar insanı” yaratma mücadelesine Mustafa Kemal ve kabinesi, iç tehdit olarak gördüğü Dersim’den başlamıştır. Mustafa Kemal ve Kansu, Türk ırkının ulusunu oluşturma çabasında iken Nuri Dersimi de Kürt ulusunu yapılandırmaya çalışıyor ve kendi yaşadıkları Kürdistan coğrafyasında kendi kaderlerini belirleme mücadelesine girişiyordu. İlerleyen süreçte Şeyh Said İsyanına karşı Dersim vilayeti artık Tunceli olmuş ve “dağ Türkleri” için medeniyete açılmıştı. Üniter ulus devlet oluşturma projesi kapsamında Anadolu’nun farklı etnik kültürlerini cumhuriyetin yeni “uygar ve tek tip” insanına dönüştüren toplum mühendisliği fiziksel antropoloji ile kol kola ilerliyordu. Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında bir kurucu kimlik olarak yer alan Kürtler artık yok sayılmaya başlanmıştı. Dersim isyanın ardından Kürtler de brakisefal kafa karinesine sahip oldu, “sahipsiz ve sürekli el değiştiren, asıllarını unutmuş bu ilkel insanlar” “Horasan kökenli dağ Türkü” olarak Turani menşeili Türk ırkına mensup oldular. Uygarlaştırılan çapulcu Dersim halkına antropolojik olarak brakisefal ırkı uygun görülmüş ve ardından kültürel asimilasyon ve entegrasyon projesi olarak Dersim Harekatı başlatılmıştı. Bu uygarlaştırma ve asimilasyon harekâtı yaklaşık 16.000 Dersimli Kürt’ün katledilmesi ve yine 10.000’nin üzerinde kişinin sürgün edilmesiyle başarıya ulaştı. Başbakan İsmet İnönü “sadece Türk ırkının etnik ve ırksal haklar talep etmeye hakkı olduğunu, başka kimliklerin böyle bir hakkı olmadığını” vurgulayarak dönemin antropoloji eksenli egemen-kimlik imtiyazını yansıtır. Fuat Dündar, Anadolu’da yaşayan farklı etnik ve dini kimliklerin araştırılması ve belgelenmesinin Türkleştirme projesinin politik bir stratejisi olduğunu yazar (Dündar, 2001). Genç Türklerden ve Türk milliyetçiliğinin ideolojik kurucularından Habil Adem bu politik asimilasyon stratejisinin koloniyal-antropolojik temel taşlarını Cumhuriyet kurulmadan önce belirler. Ona göre özellikle Anadolu’da hatırı sayılır çoğunlukta olan Kürtlerin dili parazitiktir, aşiretlerden oluşur, tarihsel bir başarıları yoktur, halk destanları bulunmaz, tarih boyunca da bir devletleri olmamıştır (Habil Adem Dr. Fritz takma adı ile Kürtlerin Kökeni kitabını yayımlamıştır). Kürtler tarihsiz ve kimliksiz bir aşiretler topluluğudur o nedenle asimile edilmelerinde hiçbir sakınca yoktur. Kürtler ile başlanan Türkleştirme projesi, Anadolu’nun etnik ve dinsel çeşitliliğinin  homojenleştirilebilmesine yoğunlaşmıştı ve bunun için önce kim nerde yaşıyor ve nüfus büyüklükleri nedir bilinmesi gerekiyordu. Fiziksel antropolojiye göre Anadolu’da yaşayan hemen hemen herkes brakisefal Türk ırkına dahil edilebilirdi, ancak kültürel olarak da asimile edilip “uygarlaştırılması” ulus-devlet entegrasyonu için kaçınılmazdı. Bu nedenle etnografi ve folklor çalışmaları başlamış ve bu belgelere göre Türkleştirme çalışmaları biçimlenmiştir. Türkiye ulus-devlet kurulum süreci ırksal kimlik arayışları ile başlamış, etnik milliyetçilik ile güçlenmiş ve ardından asimilasyon ve entegrasyon çalışmaları ile homojenik- kapsayıcı bir ulus kurulumu hedeflenmiştir. Ziya Gökalp, Yusuf Akçura ve ardından Şemsettin Günaltay bu uğurda görevlerini yapmışlardır.

2. Dünya Savaşı sonrası fiziksel antropoloji ırkçılıktan kurtulmaya çalışıyor
2. Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle Nazilerin ırksal hijyen çalışmalarına ve faşist katliamlarına artan tepkiden dolayı önemini yitiren fiziksel antropoloji bilimi Türkiye’de de kan kaybeder. Afet İnan’ın çalışması 1947 yılında Türkçeye bir kitap olarak kazandırılır ancak beklediği ilgiyi bulmaz. Bu kitap çalışmasının içeriği hakkında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih, Coğrafya Fakültesi Tarih bölümünde çalışan Dr. Halil Demircioğlu DTCF dergisinin 1948 sayısında sert bir eleştiri yazar. Afet İnan, Demircioğlu’nun eleştirisine yanıt yazsa da doktora çalışması hakkında yaşamının geri kalan kısmında  pek fikir belirtmez. 

2. Dünya Savaşı sonrası fiziksel antropolojide yapısal ve devrimsel değişimler olur. Darwin’in evrim kuramı, Mendel genetiği ve takibinde Modern Sentez gelişen yeni metotlar ile biyoloji ve antropoloji bilimine uygulanır. Genetikçi Theodosius Dobzhansky (ve dönemin diğer ünlü biyologları), antropolog Sherwood Washburn (Hooton’un öğrencisi) insanın evrimi üzerine düzenledikleri 1951 yılı Cold Spring Harbor toplantısında rastgele bölgelerden insanların tipolojik yöntemler ile kafataslarının ya da diğer vücut uzuvlarının ölçülüp ırksal kategorileştirilmesine karşı yeni evrimsel dinamikleri ve popülasyon genetiği yöntemlerini perçinleyerek “yeni fiziksel antropolojiyi” kurmuşlardır. Bu dönem,  antropolojinin ırkçı ve karanlık tarafını sürdürmek isteyenler ile antropolojinin yöntem ve metotlarında devrim olması gerektiğine inanan biliminsanları arasında bir cephe mücadelesidir. Karl Marx’ın "Insanlar kendi tarihlerini kendileri yapar, ancak bunu serbestçe, kendi belirledikleri koşullar altında değil, ama daha önce var olan, verili ve geçmişten aktarılan koşullar altında yaparlar. Geçmiş nesillerin gelenekleri yaşayanların beyninde bir kâbus gibi oturmaktadır.”  sözü bu duruma birebir uygundur. İşte o dönem antropoloji bu kâbusu sürdürmek isteyenler ve bu kâbustan kurtulmak isteyenlerin mücadelesine şahit olmaktadır. Nazi Almanya’sının yenilgiye uğratılmasından sonra Amerika kendine yeni bir düşman yaratır. Bu düşman Nazi Almanya’sına, ırkçılığa ve eşitsizliğe karşı en büyük mücadeleyi veren komünistlerdir. Amerika’da ırkçılık karşıtı olan birçok antropolog komünist diye etiketlenir ve görevinden uzaklaştırılır.

Türkiye’de bilimsel ırkçılığa eleştiri ve Muzaffer Şenyürek
1950’li ve 1960’lı yıllar fiziksel antropoloji için büyük değişimlerin görüldüğü bir dönemdir. Fiziksel
antropolojide meydana gelen bu devrimlerin etkisi ülkemizde pek hissedilmez. Dönemin aktif  antropologlarından biri Muzaffer Süleyman Şenyürek’tir. Doktora çalışmasını Afet İnan ile aynı yılda, 1939 yılında bitirir. Doktora çalışmasında insan ve primat dişlerinin evrimine odaklanır. Diğer antropologlardan farklı olarak Şenyürek bilimsel ırkçılığa ve antropolojik ırk kategorilerine şiddetle karşı çıkar. Özellikle 1941 yılında yazdığı “Kan Grupları ve Irk” makalesinde ırk hakkındaki düşüncelerini net olarak belirtir ve ırk/ırkçılığın siyasal zeminde ilerlediğini vurgular. Ona göre insan tek bir türdür ve insanın farklı coğrafik alanlara uyum sağlamış farklı fiziksel özellikleri olan toplumları vardır. Şenyürek aynı zamanda Washburn ile birlikte Harvard’da Earnest Hooton’un doktora öğrencisi olmuştur. Washburn ve Şenyürek, her ikisi de antropolojide evrimsel çalışmalara yönelmişlerdir. Hatta Şenyürek, 1951 yılında Washburn’un yeni fiziksel antropolojiyi önerdiği Cold Spring Harbor toplantısına katılır ve bütün tartışmalara tanık olur. Yer yer, özellikle dişlerin evrimi konularındaki tartışmalara da katılır. Ayrıca antropolojinin dışında paleontolojik (fosiller ile ilgili) birçok çalışma da üretir. 1941 yılından itibaren 4 yıl askerlik yapan Şenyürek, bu sürede de çalışmalarını sürdürmeye çalışır. Şenyürek, Washburn’ün “Yeni Fiziksel Antropoloji” manifestosunu Türkiye’ye direk tanıtmasa da ürettiği uluslararası kalitedeki bilimsel çalışmalar ile aslında fiziksel antropoloji ve paleontoloji alanlarında bu devrimi bireysel olarak yapar. Şenyürek 1961 yılında bir uçak kazası sonucu henüz Türkiye’de antropoloji bilimine yeterince katkı yapamadan, henüz çok erken bir yaşta hayatını kaybeder.


Şenyürek’in ardından Türkiye’de antropoloji bilimi Atatürk’ün kurduğu bir devlet bilimi olarak mirasını sürdürse de maalesef dünyada meydana gelen yöntemsel yenilikleri ve interdisipliner yaklaşımı tam anlamıyla geliştiremediği için gittikçe küçülür. Örneğin, 1998 ve 2005 yılları arasında Türkiye’de aldığım 4 yıl lisans ve 2 yıl yüksek lisans eğitimim boyunca ne yazık ki Sherwood Washburn’ün “Yeni Fiziksel Antropoloji” devrimini öğrenme şansı bulamadım. Üstüne üstlük fiziksel antropologlar tarafından üretilen birçok yüksek lisans ve doktora tez çalışmaları halen eski tip tipolojik-antropometrik ölçümlere dayalı çalışmalardan oluşuyordu. Dünyada 1950’lerde meydana gelen antropolojideki yöntemsel devrim henüz memlekette tamamı ile hissedilmiyordu. Armağan Saatçioğlu Türk’ün kökenini halen kafatası karinesine göre ırksal kategorilerde arıyor, öncüllerinin aksine Türkün brakisefal değil dolikosefal kafkasoidler ile brakisefal Moğolların genetik karışımı olabileceğini ileri sürüyordu (Saatçioğlu, 1982). Neredeyse 90’lı yıllara kadar ırksal kategoriler Türkiye fiziksel antropoloji literatüründe yer aldı.

Modern antropoloji ırk kavramını terk etti
Modern antropoloji bilimine göre ırksal kategorizasyonlar insanın biyolojik çeşitliliğini yansıtmaz. Geçmişte de yansıtmıyordu. İnsanlar biyolojik olarak ayrı kıtasal ya da bölgesel genetik gruplara sınıflandırılamaz, tek bir türdür. Antropoloji tarihinde ırk fenomeni bir Batı ürünü olarak Avrupa kolonyalizmi, baskısı ve ayrımcılığı sonucu sosyal ve politik olarak kurgulanmıştır. Bundan dolayı yaklaşık olarak son beş asırdır ırk sosyal bir kurgu ve kâbus olarak sürekli var olagelmiştir. Bu nedenle insanlığın bir ayıbı olarak ırk ve ırkçılık vardır, ancak antropolojik ve biyolojik olarak yoktur. Günümüz insanı yüzde 99,9 ortak genlere sahiptir, hatta şempanze ve goril ile yüzde 99 genetik benzerlik paylaşmaktadır. Dünyada genetik olarak diğer toplumlardan farklı saf ya da homojenik bir toplum yoktur. Buna karşın inanılmaz güzellikte fenotipik çeşitliliğe sahibiz, kimimiz esmer, kimimiz sarışın, kimimiz uzun, kimimiz kısa, kimimiz kıvırcık saçlı, kimimiz düz… aynı güzellikte kültürel çeşitliliğe de sahibiz. Bu çeşitliliğin tadını çıkartacak canlı olgunluğuna umarım bir gün insanlık erişir.

Kapitalizm ırkçılık ilişkisi
Anlaşıldığı üzere, politik olarak kurgusal bir kategori olan “ırk” tarihte fiziksel antropoloji gibi bilim dalları tarafından desteklenip yasal olarak anlam kazandığı zaman bir ideoloji olarak gelişmiş ve biyolojik bir hiyerarşi olarak, üstün olan ırksal grupların aşağı olanları hem ekonomik hem de sosyal olarak sömürebilmesinin kapısını sonuna kadar açmıştır. Amerika’da güney bölgelerinde büyüyen tarım ekonomisinin sürdürülebilmesi çalışan işçi sayısında artışı gerekli kılmış ve kölelik bu ihtiyacı karşılamak üzere yapılandırılmıştır. Köleler olmadan pamuk üretilemez, pamuk yoksa da modern endüstri gelişemez. Kölelerin işgücü ekonomik sömürünün bir formuna dönüşmüş ve plantasyon sahipleri için tarımsal üretim masrafını düşürmüştür. Irkçılık, erken Amerikan ekonomisinin/kapitalizminin özel bir sonucu olarak biçimlenmiştir. Kapitalistler, ırksal kategorileri ve aşağı ırk konumunu işgücü masrafını düşürmek için kullanmıştır. Ayrıca, ucuz siyah köleliği aynı zamanda beyaz işçilerin de çalışma ücretini düşürmüş, kapitalistlerin ırkçı taktiği her bakımdan ise yaramıştır. Üstüne üstlük, işçilerin ırksal olarak ayrıştırılması aynı zamanda onların işverenlere karşı haklarını arayabilmesi için güçlerini birleştirmesi ve örgütlenmesini de engellemiştir. Irkçılığın kapitalistler için ekonomik getirisi sadece siyahların köleleştirilmesi değil, beyaz işçilerin de daha düşük çalışma ücretlerine mecbur bırakılması ve örgütlenmelerinin önünün kapatılması ile sonuçlanmıştır. Beyaz işçi örgütleri, kendi çalışma ücretlerini düşürdüğü halde üstün beyaz ırkçılığının gelişmesini sağlamışlardır. Amerikan işçi hareketleri tarihi, maalesef üstün beyaz ırkçılığının ve ayrımcılığının bir tarihine dönüşmüştür. Kapitalistler ırkçılığı işçi sınıfının politik ve kültürel kontrolünde önemli bir araç olarak kullanmıştır.


Amerika’daki beyaz/siyah işgücü arasındaki ırksal çelişki aynı zamanda Türkiye’deki Sünni-Türk ile Kürt ya da diğer ezilen etnik gruplar arasındaki işgücüne bir analoji oluşturabilir. Türkiye’de özellikle mevsimsel tarım ekonomisinde çoğunlukla Güneydoğu ve Doğu Anadolu’dan batı ve kuzey bölgelerine (fındık toplama gibi) giden Kürt işçiler çok düşük ücretlere ve insanlık dışı baskılara mecbur kalarak çalışmaktadır. Bu durum gittikleri bölgelerdeki Türk çiftlik sahiplerinin hayli işine gelirken zaman zaman çalıştıkları bölgelerdeki Türk işçilerin ırkçı şiddeti ile karşılaşmalarına neden olmaktadır. Bir noktada kendi coğrafyalarında ekonomik olarak hayatta kalma koşulları yetersizleşen Kürtler gibi ezilen etnik kimlikler onlara sunulan kölelik koşullarını dahi kabul etmeye mecbur edilerek çalışmak zorunda kalmaktadırlar. Yaşar Kemal (Höyükteki Nar Ağacı) ve Orhan Kemal (Cemile, Eskici ve Oğulları) romanlarında Türkiye’de tarım ekonomisini ve neredeyse kölelik koşullarında çalışan işçilerin hikâyesini çok güzel anlatır.

Irkçılık hâlâ ciddi bir sorun
Amerika ve Türkiye örneklerinde görüldüğü gibi, ırk çalışmaları ve ırkçılık özellikle fiziksel antropoloji bilimi aracılığı ile gerek ekonomik sömürü ve köleliğin meşrulaştırılması gerekse etnik ve ulus kimliği oluşturma gerekçeleri ile uygulanmıştır. Amerika’da siyahlar Amerikan İç Savaşı’ndan günümüze beyaz üstünlüğüne karşı mücadelelerini veriyorlar. Hatta Obama gibi siyah bir başkan seçilse bile Trump hükümeti ile birlikte aslında neredeyse son 400 yıldır ırkçılığın halen yaşadığına tanık oluyoruz. Irkçılığın özellikle deri rengi ve fiziksel karakterlere karşı biçimlenen formunun maalesef salt kapitalizm ya da ekonomik sömürü ile açıklanamayacağı da bir gerçek. Bu anlamda ırkçılık artık çok farklı ekonomik sistemlerde var olabilecek bir hal almıştır. Bu nedenle özellikle çok-kültürlü ve çoğulcu yaşam biçimleri ve eğitimi, özellikle erken yaşlarda uygulanması gereken pedagojik eğitim çalışmaları bunun önüne geçmede bir adım olabilir.

Türkiye’de ise cumhuriyetin kuruluşundan günümüze “Türk” olmayan etnik gruplar "ırkçılığa" karşı kendi demokratik haklarının kazanımı için mücadelelerini sürdürüyorlar. Son dönemlerde özellikle mülteci göçleri ile Türkiye, Amerika, Çin ve Avrupa ülkelerinde ırkçılığın daha da alevlendiğini ve korkunç bir kâbus olarak halen aktif olduğuna şahit oluyoruz. Türkiye’de, değişen hükümetlerin politik yaklaşımlarına bağlı olarak etnik tanınma, eşit yurttaşlık, cinsiyet özgürlüğü, din ve laiklik gibi alanlarda halen hukuksal ve adil bir zemin olmadığını, çoğunlukla milliyetçilik ve ırkçılık arasındaki ilişkinin keyfiyete kalmış olduğunu üzülerek gözlemliyoruz. Bu konuda Amerika ve Türkiye arasındaki ortak nokta, Amerika’da George Floyd gibi birçok siyahı öldürenler ile Türkiye’de Berkin Elvan’ı, Ali İsmail Korkmaz’ı, Uğur Kaymaz’ı, Ceylan Önkol’u, Cemile Çağırga gibi nicelerini öldürenlerin öfkesinin ırkçılık ile aynı nefret kaynağından beslenmesi ve aynı imtiyazlı-sömüren sınıfı korumasıdır. 

KAYNAKLAR
- Dr Fritz 1992 (1918), Kürtlerin tarihi, Istanbul: Hasat Yayınları.
- Dündar, F. 2001, İttihat ve Terakki’nin Etnisite Araştırmaları, Toplumsal Tarih 16, 43-50.
- Saatçioğlu, A. 1982, A Survey on the Racial Types of Anatolian Skeletal Remains, AÜ DTCF Dergisi, Cilt:30 Sayı:01.02 (1982).
- Tunakan, S. 1943, Irkların Doğuşu, AÜ DTCF Dergisi. Cil:1 Sayı:3.
- Kansu, Ş. 1940, Türk Antropoloji Enstitüsü Tarihçesi, İstanbul Maarif Matbaası.