John Ball’un 1965 yılı “In the Heat of the Night (Gecenin
Sıcağında)” kitabından esinlenen Norman Jewison’un1967’de yine aynı isimle sinemaya
uyarladığı filmin mesajı ilginç bir diyalogda gizlidir. Bu diyalog plantasyon
sahibi Mr. Endicott ve siyahi dedektif Virgil Tibbs arasında orkideler ve
eğreltiotları bahsinde bir serada geçer. Kitabı okumadıysanız –sanırım
Türkçe’ye çevrilmedi henüz- ya da filmi henüz izlemediyseniz (ben filmi
izledim) zaman ayırıp bakacağınızı düşündüğüm için detaylara girmiyorum. Dönemin
ırkçı bakış açısını diyalogda açıkça gözler önüne seren film Ray Charles’in
seslendirdiği “In the heat of the night” şarkısı ile de çok ayrı bir boyuta
ulaşır. Siz de bu yazıyı okurken ambiyans olarak dinleyebilirsiniz.
Bu yazıda sizlere tanıtacağım kitap
yukarda bahsettiğim filmde plantasyon sahibi Endicott’u bir beyaz olarak siyahi
Virgil’e karşı üstün kılan ve bir türlü insanlığın yakasını bırakmayan illetin
yani “ırkçılığın” bilimsel tarihi hakkında. Tamamen bir kurgudan, uydurmadan
ibaret olduğunu bütün güncel kanıtları ile bizlere sunan, bilimsel gerçeklerin
taraflı kaygılar ile değiştirilmesine karşı,Virgil’in siyah eli ile Endicott’un
beyaz suratına attığı tokadın sesidir bu kitap. Bugüne kadar çoğunlukla kimdir
“ırkçı” ya da nedir “ırkçı davranış” diye sorgulayageldik. Belki de “ırkçı
davranışların yani bu tür patolojilerin ortaya çıkmasına neden olan çirkin
sistemin sorgulanması” daha gerçekçi kazanımlar elde etmemizi sağlayabilir. Dünya
neredeyse 17. yüzyıldan beridir bu korkunç miras ile mücadele etmektedir.
Aslında çok da gerilere gitmeye gerek yok, ırçılık her seferinde, politik ve
ekonomik krizlerde yoğun olarak karşımıza çıkarılan ve üstelik gündelik hayatımızda
farklı seviyelerde karşı karşıya kaldığımız bir insanlık suçudur. Türkiye’nin,
Avrupa’nın ve genelde dünyanın bir türlü içinden çıkamadığı ve kangrenleşmiş
bir çok politik çıkmazın sıcak karnında otoriter, baskıcı, gerici ve ırkçı yönetimlere
bağlı adalet, eşitlik ve özgürlüğün olmayışı aşikardır. Amerika’da Trump’ın
adaylığı, Avrupa’da mülteci krizi bizlere tarihin sürekli benzer biçimde tekrar
ettiğini ve ırkçılığın yeniden bilindik biçimleriyle üretilen bir kambur olduğunu
göstermesi açısından da manidardır. Ülkemizde özellikle resmi ideolojinin kendi
iktidarını ırkçılığı çoğunlukla din, etnisite ve cinsiyet üzerinden biçimlendirerek
kullanması aşılamayan birçok kronik problemin de nedenidir. Bu anlamda
“ırkçılık” güncel bir problem ve fiziksel görünüm ve sosyo-ekonomik eşitsizliğe
dayalı ilkel ırkçılığın yükselerek güçlendiği çağımızda “İnsanın Çeşitliliği”
okunması gereken bir kitap.
antropolog Barış Özener |
Yazar, ilk bölüme ırk kategorisinin ve buna bağlı olarak
insanların sınıflandırılmasının özellikle Batı’daki doğuşu, gelişmesi ve bu
bağlamda farklı bilimsel metodların kullanılmasının metodolojik tarihini özet
ancak önemli detaylara değinerek nihayetinde biyolojik antropolojinin modern
yaklaşımlarını aktararak sonlandırıyor. Muhtemelen konunun kuramsal evrimi
hakkında yeterli altyapıya sahip olmayan okuyucularının olabileceğini düşünerek
Özener bu bölümde son derece titiz ve cömert davranmış. Kısaca bu bölüm ırksal
sınıflandırmanın tarihsel seyir içerisinde farklı versiyonları olan
Linneaus’tan Morton’a, Camper’a, Blumenbach’a ve Broca’ya yani
kültürel-psikololojik kategorizasyondan anatomi, kan grupları, zeka testleri ve
kafatasının antropometrik ölçümlerine uzanan bir çerçeve içerisinde anlatılmış.
Araştırmacıların farklı yaklaşımlarından dolayı ırk kurgusnun en başından
beridir gerçekliği tartışagelen bir konu olduğunu görüyoruz. Biyolojik
antropolojide hiçbir zaman tam bir konsensus ile kabul edilmemiş. Örneğin,
1800’lü yılların sonlarında Fransız antropolog
Paul Topinard ve Amerikalı antropolog William Ripley’in yaklaşımları
hayli ilginç ve dönemine göre son derece akılcı. Ripley 1899 yılında ırk
tanımını Topinard’a atıf yapar ve şu şekilde tanıtır: “ırk günümüzde soyut bir kavramdır, çeşitlilik ile devam eden bir
süreksizliktir. Irk, ortaya çıkan gerçek bir karakterin gözlemlenmesi ancak diğer
bireylerden ayırd edilmesi mümkün olmayan durumudur. Tek bir ırkın bütün karakterlerini
yansıtan ırksal bir tip bulmak mümkün değildir”. Modern genetiğin ve
kalıtımın bilinmediği yıllarda yapılan bu tanım aslında ırkın bir kategori
olarak varolmadığını, biyolojik çeşitlilik içerisinde devamlı olarak ortaya
çıkan morfolojik olarak sonsuz olasılıkları olan bir durum olduğunu belirtmesi
açısından devrimseldir. Yazarın özellikle kitapta değindiği Amerikan antropolojisinin
ünlü figürlerinden olan Harvard Üniversitesinden Carleton Coon ve Earnest Hooton bu anlamda iki farklı ve
önemli ekol. İkisi arasındaki en önemli fark Coon’un çalışmalarında Darwin’in
izlerinin görülmeyişi, bununla birlikte Hooton biyolojik antropolojiyi daha çok
biyolojinin modern çalışma alanına doğru çekmesi söylenebilir. Hooton
öğrencilerinden olan Sherwood Washburn hocasının bakış açısını daha da geliştirerek
ileri götürür ve yeni fiziki antropolojinin manifestosunu 1951 yılında Cold
Spring Harbor kongresinde ilan eder. Bu manifesto eski tip kaba antropometri
merkezli antropolojik çalışmaların yerine biyolojide gerçekleşen genetik
devrimlerin ve buna bağlı üretilen evrim mekanzimalarının antropolojiye
taşınması ile spekülasyonu minimize eden yeni metodları ve interdisipliner yakşalımı
önerir. Washburn Hooton’ın tek öğrencisi değildir, onun diğer bir öğrencisi ise
Türkiye fiziki antropolojisine büyük katkılar sağlamış ancak talihsiz bir uçak
kazası ile zamansız kaybettiğimiz antropolog Muzaffer Süleyman Şenyürek’tir.
Şenyürek1951 yılında bu önemli kongreye davetli olarak gitmiştir ve çok önemli
tartışmalara katılmıştır. Amerika’da Hooton’un danışmanlığında 1930’larda başladığı
doktora çalışmasında antropoidler (insanımsı maymunlar) ile insan atalarının
dişlerinini karşılatırır ve evrimsel ilişkilerini araştırır. Bu arada Harvard
Peabody Doğa Tarihi müzesinde Malinezyalı, Polinezyalı, Negro, Kızılderili ve
Beyazlar olarak ırklara göre tasnif edilmiş insan dişlerinin hepsini kendi
çalışmasında Homo sapiens altında
topladığını belirtir. Bu durum Şenyürek’in 1940’lı yıllarda ırksal kategorilerin
bilimsel çalışmalarda istatistiksel bir anlamı olmadığını farkettiğini ve
hepsini bir çatı altında Homo sapiens
olarak gruplandırdığını gösterir. Bunun en önemli nedeni bu insanlara ait olan
dişlerin biyolojik olarak ırksal bir ayrım göstermemesidir.
Bu bölümde diğer bir önemli tartışma ise monojenistler ve
polijenistler arasında. Monojenistler daha çok İncil ile uyumlu ırksal
sınıflandırmalar yani tek kökenden dejenere olmuş farklı ırk kategorileri
oluştururken, polijenistler ırksal grupların farklı farklı yaratıldığını ileri
sürmektedirler. Yazar, Stephen Jay Gould’un özellikle İnsanın Yanlış Ölçümü(Versus Yayınları) kitabında bu tür ırkçı kategorilere olan karşı tezlerine de
yer vererek anlayışların ve metodların savaşını son derece zevkli bir okuma ile
sunmaktadır. Aslında ünlü antropoloji tarihçisi George W. Stocking, “Observers Observed: Essays on Ethnographic Fieldwork” adlı editoryal kitapta yazdığı
“History of Anthropology” bölümünde ilginç bir tartışmaya değinir. Stocking daha
çok antropologların antropoloji tarih yazımına olan yaklaşımlarını mercek
altına alır. Ona göre antropologlar çok “bugüncü” tarihçiler ise çok “geçmişçi”
takıntılara sahiptir. Yazar, bu bölümde bir antropoloji tarihçisi olarak
kuramsal altyapıyı oluştururken geçmişi anlatıyor ve takip eden bölümlerde
güncele değinerek Stocking’e atıfla iki yaklaşım arasında epistemolojik bir
akrabalık kurarak okuyucuya hem antropoloji hem de tarih tadını vermeyi başarıyor.
İkinci bölüm olan “Biyolojik Çeşitliliğin Kökenleri” temel
bir araştırma sorusu ile başlıyor; “Günümüz insanları arasındaki biyolojik
çeşitliliğin nedenleri nelerdir?”. Bu soru ile yazar okuyucuyu önce Darwin-öncesi
kalıtım ve evrim anlayışına ardından Darwin ve Mendel kalıtım kanunları ile
gelişen modern evrim kuramının tarihi serüvenine çıkarıyor. Daha sonra evrim
mekanizmaları, genetik olarak karkaterlerin aktarımı ve çevresel değişimlerin
seçilim baskısı gibi bioylojik çeşitliliği oluşturan mikro-evrimsel süreçleri
aydınlatıyor. Bu bölümün son kısmında ise modern insanın Afrika’dan çıkarak
dünyanın farklı coğrafyalarına olan biyocoğrafik geçmişini, türleşmeleri ve
farklı türler arasındaki genetik ilişkileri, çeşitliliği oluşturan potansiyel
sürücü etmenler bağlamında değerlendiriyor. Son yıllarda artan atasal DNA verileri
modern insanın tek bir tür olmadığını, Denisovalılar gibi Neandertal ve modern
insanla birlikte daha fazla sayıda insan türü yaşamış olabileceğini öneriyor. Günümüzde
genetik çeşitliliğinin en yüksek Afrika kıtasında olması da bu bölgenin atasal
bir potansiyele sahip olduğunun ayrıca bir kanıtı. Üçüncü bölüm ise ikinci
bölümün devamı niteliğinde ve tamamlayıcı. Biyolojik çeşitliliğe bağlı olarak
farklı coğrafik koşullarda yaşayan insanların bu bölgelerin özel çevresel
koşullarına farklı uyumsal cevaplar üretmelerine değinmekte. Deri rengi, saç ve
göz rengi, ve beden yapısı gibi farklı coğrafyalarda yaşayan insan
topluluklarının kendi gen havuzlarındaki çeşitliliğe bağlı olarak
geliştirdikleri evrimsel adaptasyonları ve nedenlerini açıklamaktadır. Son
bölüm ise bu genetik ve fiziksel çeşitliliğin faydalarını sunuyor. Genetik
çeşitliliğin bazı hastalıklara karşı direnç geliştirmekteki başarısı aslında
biyolojik çeşitliliğin insan yaşamı ve hayatta kalması için ne kadar önemli
olduğunun da altını çiziyor. Genetik farklılıklar ve fenotipe yansıyan ya da
yansımayan evrimsel değişimler aslında türümüzün geleceği için en önemli mirası
saklıyorlar.
Antropolojinin tarihi “insan çeşitliliğinde-birliğinin sistemik çalışması” olarak
düşünülürse insanın fiziksel çeşitliliği hakkındaki düşüncelerin ve insan
davranışlarının anlaşılmasında biyolojik ve kültürel örüntülerin tarihini doğru
okumak çok önemli. Bu bir nevi Amerikan antropolojisinin kurucusu Franz Boas’ın
bizlere kazandırdığı antropolojinin dört disiplinin buluşması ile insanın
biyolojik ve kültürel çeşitliliğinin bir bütün olarak anlaşılmasına atıf yapar.
Bunun bir nedeni antropoloji tarihinde ırkçılığın salt biyolojik
belirlenimciliğe dayalı olmaması aynı zamanda “ırkın” sosyal ve politik bir
yapı ve kurgu olarak yeniden ve yeniden üretilmesidir. Bu kitabı okuduktan
sonra yeryüzüne ve insanlara karşı bakış açınız değişecek ve antropoloji
gözlüğünü fark etmeden takmış olacaksınız. İnsan topluluklarını siyah, sarı,
beyaz ya da Türk, Kürt, Alman, Tatar, Aborjin, Meksikalı, Samoalı, azınlık,
öteki-beriki gibi salt fiziksel görünüme dayalı kaba yaklaşımlar ile değil, kendi
yaşadıkları coğrafik alanlarda kendi ürettikleri biyolojik adaptasyonlar ve
kültürel örüntüler ile yaşayan insanlar
olarak görmenin zevkini yaşayacaksınız. Bu bakış açısı fiziksel, dini ve etnik
farklılıklarımızın olmazsa olmaz kutsal kategoriler olmadığını, hatta farklılığa
neden olan karakterlerin asla insanlar arasında bir sosyal eşitsizlik gerekçesi
olarak kullanılmayacağını fark etmemizi ve bu korkunç politik öğretiye karşı
durabilecek bilimsel altyapıyı kazanmamızı sağlayacak. İyi okumalar!
Ferat Kaya