Erken insan
türlerine (Homo habilis, Homo
rudolfensis, Homo ergaster ve Homo
erectus) ait fosil kafatasları arasında Dmanisi (Gürcistan, Şekil 1)
örnekleri Afrika dışında bulunmuş en eski (1.8 milyon yıl) ve en iyi korunmuş
olanları. Geçen ay Science dergisinin
342. sayısında yayınlanan makalenin ana temasını oluşturan D4500 etiketli fosil
neredeyse tamamı ile korunmuş bütün bir kafatası iskeleti (Şekil 2). Bu
materyal yaklaşık olarak 8 yıl önce keşfedilmişti. Ekibin lideri Lordkipanidze
ve diğer araştırmacılar geçen süre içerisinde bilimsel çalışmalarını
sürdürdüler. Bu buluntuya dair çalışmanın 8 yıl sürmesinin nedeni insan
evrimine kuramsal bağlamda bazı yeni anlayışların tartışılması ve
kazandırılmasından kaynaklıyor. Uluslararası paleoantropoloji masasında büyük
tartışmalara neden olan Dmanisi perspektifi, erken insan türlerinin tür içi ve
türler arası morfolojik çeşitliliğinin tartışılması ve bununla bağlantılı
olarak kimi türlerin tek bir tür adı altında toplanıp insanın evrim ağacında
bazı dalların birleştirilmesi önerisini içeriyor. İnsan evriminde tür çeşitliliği
ile ilgili kuramsal altyapıyı Bilim ve Gelecek dergisinin 99. sayısında Burtele
Hominidi ve Adımlarımızın Kökeni adlı yazıda tartışmaya çalışmıştım. Konuya
ısınmakta güçlük çeken okurlar o yazıyı okuyarak bu konuyu tekrar
değerlendirebilirler. Bu yazının bir çeşit gözden geçirme ve tartışma içeriğine
sahip olmasını umut ederek, düşüncelerimin akışını konuya bağlı olmak kaydı ile
çok kontrol altında tutmayı düşünmüyorum. İnsan evrimi gibi anlaşılması ciddi
bir ön hazırlık ve genel evrim kuramı bilgisi gerektiren bir konuda taştan taşa
hoplayarak yazmanın okuyucu açısından takip etme ve anlama zorluğu
yaratacağının da farkındayım. Ayrıca ülkemizde gerek ortaöğrenimin ilgili
derslerinde gerekse de yükseköğrenimin birçok ilgili bölümünde bırakınız uluslararası
standartları minimum kapsamda dahi insan evrimi öğretilmediği için bu tür
popüler bilim yazılarında içeriğin anlaşılabilmesi endişesinin işi düşünülenden
daha çetrefilli bir hale getirdiğini de eklemem lazım.
Şekil 1.
Dmanisi lokalitesi (Gibbon, 2013)
Şekil 2.
Dmanisi lokalitesinde bulunan fosil kafataslarının üç boyutlu taranmış dijital
görüntülerinin önden, yandan ve üstten görünüşleri ve karşılaştırılması. Ölçek
5cm. (Lordkipanidze ve diğ., 2013).
Eğer eski bir
mezarlığın önünden geçiyorsanız bazen oraya gömülen insanlara ait birçok
kemiğin erozyon ve benzeri aşınmalar gibi dış etkenlerden dolayı toprak
yüzeyine çıktığını görebilirsiniz. Mezarlık alanlar insan kemikleri ile doludur.
Mezarlık kültürü yani ölülerimizi özel bir yere gömme geleneği insanın kültürel
evriminin günümüze çok yakın diyebileceğimiz belli bir sürecinde başlamıştır.
Oysa yüzbinler ve milyon yıllar önce yaşamış olan atalarımıza ve onların
akrabalarına ait kemikleri bulmak son derece zor, çünkü onların gömüldüğü belli
bir mezarlık alan yok. Öldükten sonra cesetleri doğadaki diğer canlılarınkine
benzer bir kaderi paylaşıyordu. Ölü gömme geleneklerine henüz sahip olmadıkları
için vücutları yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanıyor ve parazitler gibi dış
etkenlerden dolayı neredeyse tamamen tüketiliyordu. Atalarımızın iskelet
kalıntılarının korunmasının yegâne yolu ise fosilleşme, ancak fosilleşme çok
özel çökelme koşulları gerektirdiği için nadiren gerçekleşiyor. Paleontologlar
için fosilleşme ortamları doğal mezarlıklardır. Bu doğal mezarlıkları tek bir
canlının değil o ekosistemde yaşayan birçok canlının kalıntılarını barındırır. Bununla
birlikte memeli fosilleri içeren olası bir depozitte atalarımızın fosilleri en
ender rastlanan kalıntılar arasındadır. Bunun en önemli nedeni atalarımızın
yaşadıkları paleo-ekosistemde yüzde olarak çok düşük bir oranda yer almasıdır. Diğer
birçok hayvan grubu sayısal üstünlüğe sahip iken atalarımız az sayıda
bireylerden oluşan küçük gruplar halinde yaşıyorlardı. Az sayıda bireylerden
oluşan grupların ölen bireylerinin fosilleşmesi de çok ender gerçekleşiyor. Bu
nedenle insan atalarına ait bir fosilin keşfedilmesi bilim dünyasında büyük bir
heyecan ve ilgi ile karşılanır, hele de bu fosil Dmanisi örneği gibi bütün ise.
Bütün bir iskelet parçası doğruya yakın tutarlı bilgilerin elde edilmesine
olanak sağlar.
Dmanisi lokalitesi
Afrika dışına ilk göç eden erken insan türlerinin fosillerini içermesi
bakımından önemli, ancak buluntular bizi şaşırtıyor. Araştırmacıların büyük bir
bölümü bu ilk göç eden aktörlerin gerek anatomik, gerek bilişsel ve gerekse
kültürel anlamda belli bir yetkinliğe ulaştığında hemfikirdiler. Çünkü Homo erectus türünün Afrika’da ortaya
çıkmasından jeolojik olarak kısa denilebilecek bir süre sonra Avrasya’da
(Dmanisi) görülmesi bu göçü gerçekleştirebilecek yeterli donanıma sahip
olmasının gerekliliğini düşündürüyor. Elbette bu göç olayını günümüz anlamında
bir noktadan başka bir noktaya sürekli hareket olarak algılamamak lazım. Homo erectusun göçü diğer göç eden
hayvanların ya da besin kaynaklarının göçüne paralel olarak çevresel
faktörlerin kontrolü altında gerçekleşen farklı habitatlarda yaşam
deneyimlerine bağlı yer değiştirmeler süreci olarak düşünülebilir.
D4500 örneğine ek
olarak Dmanisi lokalitesinde bulunan daha önceki kafatasları, D2600, D211 ve
D2375 gibi örnekler aynı dönemde bu bölgede yaşamış insanların düşünülenden
daha geniş bir morfolojik çeşitliliğe sahip olduğunu kanıtlıyor. Kimi
araştırmacılar bu morfolojik çeşitliliğin cinsiyet farklılıklarından
kaynaklandığını düşünse de hatırı sayılır sayıda araştırmacı ise bu morfolojik
çeşitliliğin sadece erkek ve dişi bireyler arası morfolojik farklılığa
bağlanamayacağını iddia ediyor. Bu denli yüksek morfolojik çeşitliliğin olması
bu bireylerin farklı türlere ait olduğunu düşünmemize neden oluyor. Bununla
birlikte Dmanisi lokalitesi araştırma grubunun lideri Lordkipanidze keşfedilen
her insan atası fosili insan soyağacını daha kompleks hale getirirken Dmanisi
buluntularının bu ağacı daha da basitleştirdiğini öneriyor. Ona göre Dmanisi
buluntularının gösterdiği morfolojik çeşitlilik, Afrikalı olan Homo habilis, Homo rudolfensis, Homo
ergaster ve Homo erectus gibi
erken insan türlerinin tek bir türün coğrafik varyasyonlarına atfedilmesine kanıtlar
sunuyor. Çünkü Dmanisi örneklerinin sahip olduğu morfolojik çeşitlilik Afrikalı
erken insanların farklı türleri arasındaki morfolojik çeşitlilikten daha fazla.
Eğer bu türler tek bir türün coğrafik varyasyonları ise yaklaşık 2 milyon
yıldan neredeyse son 100 bin yıla kadar Afrika ve Avrasya kıtalarında yüksek
morfolojik çeşitliliği ile tek bir Homo
türünün yaşamış olduğu varsayımı göz önüne alınabilir. Şu şekilde problemi
toparlayabiliriz; Dmanisi lokalitesinden bugüne kadar beş farklı ve iyi
korunmuş kafatası keşfedildi. Daha önceki çalışmalarda bu fosillerin ilk
bulunanları Homo georgicus ismi ile
yeni bir türe atfedilmişti. Ancak aynı lokalitede ve aynı stratigrafik seviyede
keşfedilen yeni fosiller daha önce tanımlanan türe ait mi değil mi sorusunu
içinden çıkılmaz hale getirdi. Bunun nedeni son bulunan kafataslarının
morfolojik olarak Afrikalı öncüllere benzemesi hatta daha ilkin özellikler
taşıması ve bu bağlamda Dmanisi örnekleri arasında morfolojik çeşitliliğin
oranını artırması. Böylece sorulması gereken önemli iki sorudan ilki “Dmanisi
fosillerinin sahip olduğu bu morfolojik çeşitlilik onların farklı türlere
atfedilmesine yeterli kanıtları sağlıyor mu ?”, ikincisi ise “eğer Dmanisi’de yüksek
morfolojik çeşitliliği ile tek bir tür yaşamış ise bu türün sahip olduğu
morfolojik çeşitlilik Afrikalı öncüllerin de tek bir tür adı altında
toplanmasını sağlar mı?”
Güncel tartışmalar
Paleontologlar ve
paleoantropologlar ya da her iki disiplini de içeren bir üst başlık ile
paleobiyologlar çoğunlukla bulunan fosillerin evrim ağacında yerini belirlemek
için morfolojik özellikleri, coğrafik ve kronolojik konumlarını dikkate
alırlar. Bulunan bir fosilin morfolojik, tafonomik, stratigrafik, litolojik ve
sedimantolojik özellikleri o fosil üzerinde yapılacak çalışmalarının
sınırlarını belirler. DNA gibi genetik bilginin korunamadığı kronolojik olarak
eski tabakalarda bulunan insan atalarına ait fosillerin taksonomik
değerlendirmeleri ve tanımları çoğunlukla morfolojik özelliklerine göre
yapılır. Ancak yaşayan türlerin taksonomik analizleri ve tanımları ise genetik
bilgi, ekolojik ve sosyal davranış, fizyoloji ve morfoloji dikkate alınarak
gerçekleştirilir. Paleontologlar tarihöncesine çoğunlukla yerbilimlerinin
sağladığı yöntemleri kullanarak tabakalar arasında yolculuk ederlerken
biyologlar tarihöncesine ancak moleküler genetik çalışmalar ile genetik
bilginin farklı bireyler ve popülasyonlar arasındaki ilişkilerini kurgulayarak gidebilirler.
Fosil materyalde fizyoloji, davranış ve genetik bilgi çoğunlukla korunmadığı
için çalışmanın üzerine inşa edileceği en önemli parametre morfolojidir.
Bununla birlikte birçok araştırmacı özellikle Homo yani insan cinsi ile karakterize olan alet üretimi ve
kullanmanın yani kültürün de tür tanımlarına katkısı olabileceğini düşünüyor ve
çalışmalarında kullanıyor. Ek olarak Homo
cinsi için çok geçerli olmasa da erken hominidler (insansılar), Ardipithecus, Sahelanthropus ve kimi Australopithecus türlerinin taksonomik
analizlerinde onlarla birlikte aynı ekosistemi paylaşmış canlıların sağladığı
bilgiler de kullanılmıştır. Onlara eşlik eden fauna ve flora, ayrıca yine
kalıntının kendisinden ya da çökeldiği tabakadan elde edilen karbon,
stronsiyum, nitrojen, sülfür, oksijen ve kalsiyum gibi çeşitli hafif ve ağır
elementlerin kararlı izotoplarının analizleri sayesinde bu ata formların
ekolojik davranışları, habitat seçimleri ve besin gereksinimleri kısmen aydınlatılabilmiştir.
Biyolojik tür
tanımı (çiftleşip verimli döller oluşturabilen popülasyonların bireyleri)
paleontolojik tür tanımına göre farklıdır. Örneğin, Homo neanderthalensis morfolojik olarak Homo sapiensten farklı bir tür olarak tanımlanmış olmasına rağmen
bu türler arasında melezleşmenin gerçekleşip gerçekleşmediği
paleoantropolojinin önemli çalışma konularından biridir ve son çalışmalar bu
melezleşmenin gerçekleştiği yönünde. Bu durumda paleontolojik tür tanımına göre
-ki eğer bu taksonomik tanımlar doğru ise- farklı türler arasında melezleşme
meydana gelebilir. Elbette farklı türler arasında üremenin olduğu bir gerçek
ancak doğan yavruların da üreme yeteneğinde olduğu paleontolojik örneklerde
gizliliğini koruyacak, çünkü salt morfolojiye dayalı olarak bu soruyu
cevaplamak güç. Biyolojik tür perspektifine geri dönersek, örneğin morfolojik
yani iskelet anatomisi bakımından birbirilerine çok benzeyen ancak birbirleri
ile çiftleşmeyen ve coğrafik olarak izole türler de mevcut. Kimi lemur
türlerinin kürk renkleri ve desenlerini bir kenara bıraktığınızda iskelet
morfolojisi neredeyse aynı, ancak farklı türler. Aslında bu aşamada sizlerle
paylaşmak istediğim temel nokta, doğada birbirlerine morfolojik olarak çok benzeyen
ancak farklı tür olan, bununla birlikte morfolojik olarak yüksek derecede
çeşitliliğe sahip olup aynı türün içerisinde yer alan örneklerin olması. Bu karışıklık biraz da biyolojik tür tanımı ve paleontolojik tür tanımı arasındaki
farklılıklarda gizli. O nedenle fosil türleri biyolojik tür içeriği
ile değerlendirmemiz riskli. Biyologlar yaşayan canlıların üreme, davranış,
fizyolojik ve genetik yapılarına göre tür analizlerini yaparlar. Oysa
paleontologlar günümüzdeki mevcut biyoçeşitliliğin tarihöncesindeki atalarını
keşfederek evrimsel ilişkilerini kurarlar. Bu bağlamda yumuşak dokuların
fosilleşmediğini düşünürsek asla kürk rengi gibi kimi yaşayan canlılarda tür
farklılaşmasında önemli bir özellik hakkında veya birçok davranış hakkında
kesin bilgiler edinmemiz zor. Bu nedenle paleontoloji ve paleoantropoloji
çalışmalarında fosil kalıntının morfolojik özellikleri tür tanımında
belirleyicidir.
Bu durumda insan ataları
gibi önemli bir morfolojik çeşitliliğe sahip olan ve biyolojik evrimin yanı
sıra ciddi bir kültürel evrim de geçirmiş canlı grubunun fosillerini
tanımlarken diğer canlılara uyguladığımız tür tanımlama kriterlerini ne kadar
ya da nereye kadar uygulayabiliriz? Salt morfolojik çeşitlilik özellikle erken
insan türleri gibi yavaş yavaş sofistike bir kültürün temellerini atan insanlar
için farklı tür tanımlamaları için ne kadar olanaklıdır? Ayrıca bu morfolojik
çeşitliliğin erken insan türleri için tür tanımlamasında evrimsel bir çerçevesi
oluşturulabilir mi? Bu sorular aslında iki tip araştırmacı profilinin bakış
açısını belirleyen can alıcı nokta. Bunlar splitters
(ayırıcı) yani fosil kayıtları farklı türler ve gruplara ayırma eğiliminde olanlar
ile türlere ayırma konusunda daha tutumlu ve cimri, daha çok bir arada
gruplandırma eğiliminde olan araştırmacılar, yani lumpers (birleştirici).
Antroposentirik
(insan-merkezci) kaygılarımız kendimiz dışındaki canlıları ve cansızları
isimlendirme, kategorize etme ve sınıflandırmada oldukça başarılı iken bu iş
kendi türümüzü ilgilendirmeye başladığında benzer rahatlığı yaşayamıyoruz. Bir
gergedan ya da fil fosilini tanımlarken sahip olduğumuz rahatlık ile bir insan
atasının fosilini tanımlarken sahip olduğumuz endişeler çok farklı. Ancak bunun
kurbanı olmamak elde değil, kendimden biliyorum, yıllar önce Afrika’da
(Etiyopya, Addis Ababa Doğa Tarihi Müzesi) Tim White ile ünlü Lucy yani Australopithecus afarensis fosilinin
orijinal materyaline bir nedenden dolayı bakmaya gitmiştik, Lucy’nin fosil kalıntılarına dokunduğum an ne kadar
etkilendiğimi neler hissettiğimi anlatmak zor. Bir başka canlının atasından
ziyade insanın üç milyon yıl önce yaşamış kendi atasının fosillerine dokunuyor
olmasının doğa ile evrimsel bağlarını kurması ve varlığının doğaya ait olduğunu
anlaması açısından elbette bir ayrıcalığı var. Hatta Afrika’da arazi
araştırmaları sırasında 4.2 milyon yıl önce yaşamış olan Australopithecus anamensis atamıza ait bir fosil parçasını
keşfettiğimde o gün ekibin popüler bir üyesi olma zevkini bir kenara bırakırsak
fosil atalarımızla aramda evrimsel bağa paralel olarak duygusal bir bağın da
geri dönüşü olmayan bir biçimde beynime yerleştiğini belirtmeliyim.
Ayırıcı (splitters)
ve birleştirici (lumpers) arasındaki sıkıcı taksonomi tartışmalarını bir kenara
bırakalım ve Dmanisi buluntularının insanın soyağacında ne gibi değişiklikler
önerdiğine odaklanalım. Bilim insanlarının birçoğu insanın (Homo cinsinin) yaklaşık 3-2.5 milyon yıl
arasında kalan dönemde bir australopithecus atadan evrildiğinde hemfikir
sayılır. Bu durumda hangi australopithecus türü Homo cinsine atalık ettiği sorusunun cevabı için Bilim ve Gelecek
dergisinin 92. sayısında yayınlanan Australopithecus
sediba başlıklı yazıya göz atmanızı öneririm. Gelenekçi (burda gelenek,
Darwin’in filetik gradualism (tedrici) evrim modelini takip edenler olarak
kabul edilebilir) paleoantropologlar Homo
cinsini zamana bağlı olarak başarılı hayatta kalmaları ve dağılımlarına göre
temel olarak üç ana türe ayırıyorlar; Homo
habilis, Homo erectus ve Homo sapiens. Bu üç grup gerek biyolojik (beynin,
yüzün, dişlerin, ve diğer iskelet morfolojisindeki değişimlerin anatomik olarak
modern insana benzemesi) gerekse de kültürel (taş alet endüstrisinden günümüz
teknolojisine) olarak evrimin tedrici yani değişimlerin atadan toruna birikerek
adım adım gerçekleştiği çizgisel bir modeli yansıtır. Bununla birlikte bu
gelenekçi yaklaşımın Homo cinsinin
evrimsel tarihinde kaç farklı türün yer aldığını doğru yansıtıp yansıtmadığı da
ayrı bir tartışma. 1950’lerden günümüze Doğu Afrika, Güney Afrika ve Avrasya’da
Homo
cinsinin birçok türü keşfedildi. Özellikle 1950’de New York’da ünlü biyolog
Dobzhansky ve antropolog Washburn tarafından Cold Spring Harbor laboratuvarında
organize edilen Origin and Evolution of
Man (İnsanın Kökeni ve Evrimi) sempozyumu keşfedilen insan fosillerinin
taksonomik yani cins ve tür bazında isimlendirme sorunlarına dikkat çekti.
Dobzhansky, Mayr ve Simpson bu sempozyumda antropologlara Modern Sentez ile
birlikte özellikle paleontoloji alanında yani morfolojiye dayalı evrilen
karakterlerin belirlenmesinde ve buna bağlı yeni tür isimlendirmelerinde birey
düzeyinde değil popülasyon düzeyinde analizler yapılması gerektiğini anlatmaya
çalıştılar. Ancak insan fosillerinin stratigrafik olarak gerek dikey ve gerek
yanal düzlemde çok ender olması buluntuların morfolojik, coğrafik ve kronolojik
olarak evrimsel bağlantılarının net kurulamayışına neden oluyordu. Bu da araştırmacıları
çoğunlukla yeni tür isimlendirmelerine yönlendiriyordu. Tür ismi kirliliğine
yol açan bu durum Cold Spring Harbor sempozyumunda Washburn tarafından ciddi
bir biçimde eleştirildi. Bugün araştırmacıların büyük bir çoğunluğu özellikle Homo cinsinin evrimine dair sorunların
çoğunlukla karakterlerin farklı filogenetik yorumları ve taksonomik, yani cins
ve tür sınıflandırmalarından kaynaklı problemler olduğunda hemfikirler. Bu
nedenle günümüz paleoantropologları “erken Homo”
ve “arkaik Homo sapiens” gibi çok
sayıda farklı tür içeren bu gruplarda uzun zamandır taksonomik olarak bir
yeniden yapılandırma sürecine girişmişlerdi.
Homo
cinsini tanıyalım
Tarihte keşfedilen
ilk insan (Homo) fosili bir
neandertal insanına aitti. 1856 yılında Almanya’da Neander vadisinde Feldhofer
mağarasında keşfedilen iskelet parçası 1864 yılında William King tarafından Homo neanderthalensis olarak
isimlendirildi. Bir yıl sonra 1965 yılında George Busk Gibraltar’da keşfedilmiş
yine bir neanderthal kafatasını duyurdu. Neandertal fosillerinin Homo cinsine dahil edilmesi beraberinde Homo cinsinin morfolojik çeşitliliğini
genişletti. Neandertaller daha robust karakterlere sahipti, özellikle kaş
kemerleri, kafatasının genel yapısı, kol ve bacak kemiklerinde öne çıkan daha kaba
ve belirgin anatomik özellikler yaşayan insanların anatomik özelliklerinden
farklıydı. 1900’lü yılların ilk çeyreğinde yeni bir Homo türünün keşfedilmesi ile birlikte Homo cinsinin morfolojik
çeşitliliği daha da artmış oldu. 1907 yılında yine Almanya’da Heidelberg
yakınlarında Mauer kazı alanında keşfedilen alt çene kemiği Homo heidelbergensis olarak
isimlendirildi. Bu çene kemiği günümüz insanınkinden farklıydı; daha iriydi ve
özellikle alt çenede dudaklarımızın hemen altında bulunan ve “çin” olarak adlandırılan
çenemizin ucundaki çıkıntı bu fosilde yoktu. Takip eden yıllarda Kabwe,
Rhodesia ve Java keşifleri eklendi. Daha önemli fosil kalıntılar ele geçmişti;
kafatasları. Bu yeni buluntular ile insan evriminde Homo sapiensten ve Homo
nenaderthalensisten morfolojik olarak farklı yeni bir tür, Homo heidelbergensis soyağacına
eklenmiş oldu. Homo cinsinin morfolojik çeşitliliği yeni keşifler ve çalışmalar
ile artmaya devam etti. Bu sefer Franz Weidenreich 1940’lı yıllarda daha önceki
çalışmalar ile farklı cinslere atfedilen Asyalı Pithecanthropus erectus ve Sinanthropus
pekinensis türlerini Homo erectus
adında tek bir tür altında toplayıp Homo
cinsine dâhil etmeyi önerdi. Böylece daha önce isimlendirilmiş Meganthropus, Atlanthropus ve Telanthropus gibi cinsler de Mayr, Le
Gros Clark ve Robinson gibi dönemin ünlü biyologları ve antropologları
tarafından Homo erectus türüne dâhil
edildi. Homo erectus fosilleri daha
küçük beyin hacmi, daha kalın kafatası kemikleri, daha belirgin kaş kemerleri,
daha kısa alın düzlemi, daha kompleks diş özellikleri ile Homo sapiens, Homo
neanderthalensis ve Homo
hedidelbergensisten farklılaşıyordu. 1960’lı yıllarda Afrika’dan da Homo cinsine ait keşifler duyulmaya
başladı. Özellikle Doğu Afrika’da Olduvai Gorge ve Turkana lokalitelerinden çok
iyi korunmuş fosiller keşfedildi. 1964 yılında Louis Leakey, Phillip Tobias ve
John Napier mevcut Homo cinsinin türlerinden daha ilkin özelliklere sahip bir
tür isimlendirdiler, Homo habilis.
Daha küçük kafatası hacmi, daha öne fırlak yüz, daha çıkıntılı kaş kemerleri,
bacak kemiklerinde dik yürümenin –bize göre- daha yeteneksiz oluşuna dair
kanıtlar gibi daha ilkin özellikler Homo
habilisi cinsin bilinen diğer türemiş türlerinden ayırıyordu. Böylece Homo cinsinin morfolojik çeşitliliği Homo habilisten Homo sapiense -ilkinden türemişe- daha çok genişlemiş oldu. Bu
arada bazı araştırmacılar Homo erectusun
Asya’ya göç etmemiş Afrikalı formlarını Homo
ergaster olarak isimlendirdi. Bu isimlendirme yeni bir tür ya da morfolojik
bir ayrışmadan ziyade coğrafik bir kategori olarak genel kabul gördü. Takip
eden süreçte (1970’li yıllarda) Louis Lekaey’nin oğlu Richard Leakey ve ekibi tarafından
Turkana havzasında yer alan Koobi Fora formasyonunda yaklaşık olarak 1.9 milyon
yıl öncesine tarihlendirilen yeni keşifleri Homo
cinsinin morfolojik çeşitlilik alanının daha fazla karışmasına neden oldu. Bu
keşif Homo cinsini karakterize eden
görece büyük beyin hacmine sahip iken çoğunlukla dönemin iri yapılı australopithecusları olarak sınıflandırılan
Paranthropus benzeri geniş ve kaba
bir yüze sahipti. Bu iki farklı morfolojinin aynı kafatasında görülmesi
araştırmacıları da şaşırtmıştı. Bu karakterlerden hangisini tür tayinin de
temel almaları gerektiği kararını vermek zordu. Zira ya kafatasının büyük
olması ya da yüzün geniş ve robust olması, iki morfolojiden biri homoplasik bir
durumdu. Yani paralel ya da yakınsayan (convergence evolution) evrim sonucu iki
veya daha fazla türde benzer morfolojik karakterlerin bağımsız olarak ortaya
çıkması filogenetik ve kladistik sınıflandırmada tartışmalı alanlar
oluşturuyordu. Kimi paleoantropologlar bu türün büyük beyin hacmine sahip bir
australopithecusa ait olabileceği olasılığını hesaba katar ilen kimi
paleoantropologlar ise büyük beyin hacminin Homo
cinsine özgü diyagnostik yani benzersiz, ayırd edici bir karakter olduğunu ileri
sürerek asutralopithecuslara atfedilemeyeceğinde ısrarlı idiler. Homo rudolfensis olarak isimlendirilen
bu fosil Homo cinsinin morfolojik
çeşitliliğinin daha da genişlemesine ve karmaşık bir hal almasına neden oldu. Ayrıca
Omo ve Olduvai Gorge lokalitelerinden keşfedilen iskelet parçaları özellikle de
kol ve bacak kemikleri bu erken insan türlerinin modern insana göre daha uzun
kollara ve kısa bacaklara sahip olduğuna dair bilgiler verdi. Böylece sadece
kafatasında morfolojik çeşitlilik değil aynı zamanda kafatası dışında kalan
vücut iskeletinde de önemli morfolojik farklılıkların olduğu anlaşılmış oldu. Günümüze
doğru yaklaştığımızda, 2004 yılında Asya’da çok farklı bir keşif herkesi
şaşırttı. Endonezya’da Flores adasında bir mağarada 74 bin ile 18 bin yılları
arasına tarihlendirilen tabakalarda cüce boyutlarda insanlara ait fosiller
keşfedildi. Bu insanın morfolojisi Homo
erectus ve australopithecuslar arasında karışık özellikler gösteriyordu.
Çok küçük beyin hacmine sahip bu insanlara Homo
floresiensis adı verildi. Böylece Homo
cinsinin kafatası morfolojisi, beyin hacmi ve geriye kalan iskelet
morfolojisindeki karakter çeşitliliğinin sınırları hayli genişlemiş oldu. Sonuç olarak Homo cinsinde yer alan türleri geçmişten günümüze kronolojik olarak
sıraladığımızda genel kabul görenler; Homo
habilis, Homo rudolfensis, Homo ergaster, Homo erectus, Homo heidelbergensis,
Homo neanderthalensis, Homo floresiensis ve Homo sapiens. Elbette Homo
sapiens idaltu gibi kimi alttürler de eklendi insanın soy ağacına, ancak Homo cinsinin morfolojik çeşitliliğinin
alanı dikkate alındığına bu saydığımız türler temel alınabilir.
Homo
cinsinin morfolojik çeşitliliğine dair bu tarihsel özetin yetersizliğini lütfen
popüler bir bilim yazısının çerçevesini korumaya ve konunun daha anlaşılır
olması için dili basitleştirme endişesine bağlayınız. Aksi takdirde yazının paleoantropolojinin
anlaşılmaz latince terminolojisine boğulması an meselesi. Bu noktada Homo cinsinin sistematik ve taksonomik
olarak yeterli olup olmadığı tartışmasına girmek istemiyorum, aslında Dmanisi
buluntuları bu tartışmanın yapılmasını da gerektiriyor. Bu tartışmaya girmek
istemeyişimin nedeni Homo cinsinin
yeterli doğrulukta tanımlanmış bir cins olup olmamasından değil, taksonomide “cins/genus”
kategorisinin gerçekten neyi ifade edip etmediğinin de tartışmalı olmasından
kaynaklanmaktadır. Yine de belli bir düzeyde bu tartışmanın kıyısından geçmekte
fayda var. Homo cinsi dikkate
alındığında taksonomik olarak cins kategorisi hakkında bugüne kadar tartışılmış
neredeyse altı farklı yaklaşım var. Bu tartışma 1950’de Ernest Mayr ile
başlayıp, 1966’da Willie Hennig’in filogenetik sistematik ya da kladistik
sınıflandırması ile devam eden ve paleoantropolog Wood and Collard gibi
isimlerin katkıları ile çoğalan bir paradigma. Simpson evrimsel çalışmalarda
cins kategorisine odaklanmanın aslında tür kategorisinden daha verimli
olacağını önerir, çünkü türler arası evrimsel ilişkiler Homo cinsinde olduğu gibi morfolojik çeşitliliğinin sınırlarının
belirlenmesi noktasında karmaşıklığa neden olabilir. Wood ve Collard Homo cinsini tanımlamak için biyolojik
ve kültürel olmak üzere farklı kriterleri içeren dört temel ölçüt belirlerler;
birincisi beyin büyüklüğü, ikincisi konuşma ve dilin gelişimi, üçüncüsü alet
üretebilme yeteneği ve son olarak dördüncüsü ise ellerin anatomik olarak modern
insana benzer biçimde kavrama ve tutabilme yeteneğini kazanması. Bu dört ölçüt Homo cinsinin farklı bir cins
kategorisinde yer almasını sağlayan ayırd edici özelliklerini belirler ve
kapsar. 1999 yılındaki yaptıkları kapsamlı çalışmada Wood ve Collard Homo cinsine atfedilen Homo habilis, Homo rudolfensis, Homo
ergaster, Homo erectus, Homo heidelbergensis, Homo neanderthalensis ve Homo sapiens gibi temel fosil türleri
filogenetik, fonksiyonel ve uyumsal morfolojik karakterlerini dikkate alarak
karşılatırdılar. Bu kapsamlı çalışma sonucunda Homo ergaster, Homo erectus, Homo heidelbergensis ve Homo neanderthalensis türleri Homo sapiens ile önemli ve anlamlı istatiksel
oranlarda bir grup oluşturdular. Buna karşın Homo habilis ve Homo
rudolfensis tür düzeyinde birbirleri ile önemli derecede benzerlikler
paylaşırken cins düzeyinde Homo
cinsinden çok australopithecuslara yakın istatiksel değerlere yaklaşıyorlar.
Wood ve Collard’ın çalışmalarının sonuçlarından farklı olarak 2004 yılında
Cameron ve Groves’un Homo cinsinin
üyeleri üzerine yaptığı benzer bir çalışmada Homo habilisin taksonomik olarak Homo cinsi içerisinde ancak uyumsal stratejisi bakımından ise
australopithecus cinsi içerisinde sınıflandırılması gerektiği önerir iken Homo rudolfensisin büyük olasılık ile
bir australopithecus varyasyonu olan Kenyanthropus
cinsine dâhil edilmesi gerektiğini önerdiler. Anlaşıldığı üzere Homo cinsinin ilk üyeleri olan Homo habilis ve Homo rudolfensis insanın soyağacında Homo cinsi ve Australopithecus
cinsi arasında bir evrimsel pozisyonda duruyor. Hatta bazı araştırmacılar Homo rudolfensisi asutralopithecus
benzeri yüz özelliklerinden dolayı Kenyanthropus
cinsine dâhil etmeyi bile öneriyorlar. Bu noktada şunu belirtmekte fayda var,
özellikle geç Australopithecuslar
yani Australopithecus garhi ve Australopithecus sediba gibi türler ile Homo cinsinin ilk üyeleri Homo habilis ve Homo rudolfensis arasındaki çok büyük morfolojik bir uçurum yoktu.
Eğer şempanze ile bizim aramızdaki morfolojik farklılıkları dikkate alıp
günümüzdeki genetik çalışmaların aramızda yüzde 99 oranında genetik benzerliği
kanıtladığını düşünürseniz Australopithecus
ve Homo cinsleri arasındaki
morfolojik kesişimin aslında çok büyük bir sorun olmadığını anlamak kolaylaşır.
İçimden bir ses yazıya bu şekilde devam edersem kim kime benziyor kim kimden
farklı konusunda kafaların iyice karışacağını söylüyor. O nedenle kısa bir
toparlama yapıp Dmanisi fosillerinin bu taksonomik karmaşıklıkta bize ne
önerdiğini tartışabiliriz.
Dmanisi araştırma ekibinin
lideri Lordkipanidze keşfedilen D4500 kafatası ile birlikte diğer dört
kafatasının Homo cinsinin üyeleri
arasındaki morfolojik çeşitliliği yansıtan direk kanıtlar sağladığını ileri
sürüyor. Science dergisinde yayınlanan bu çalışmaya göre Homo cinsi birbirleri arasında üreyebilen ancak genetik olarak uzaklaşmış
coğrafik ve yerel toplumlardan oluşuyor. Araştırmacılar özellikle son 3 milyon
yıl ile yaklaşık olarak 200 bin yıl arasında kalan dönemde insan evriminde tür
içi ve toplumlar arası morfolojik çeşitliliğin çoğunlukla tür çeşitliliği
olarak yorumlandığını iddia ediyorlar. Özellikle birey düzeyinde bulunmuş fosil
örneklerin farklı coğrafyalarda bulunmuş diğer bireyler ile karşılaştırılması
sonucunda tür içi morfolojik çeşitliliğin kalıntıların farklı türlere
atfedilmesine neden olduğunu düşünüyorlar. Makalenin yazarları özellikle
Dmanisi örnekleri arasında görülen kafatası morfolojisindeki çeşitliliğin oranı
modern şempanzelerin tür içi farklı yerel toplumlarında görülen kafatası
morfolojisindeki çeşitlilik ile benzer. Buna göre Dmanisi örnekleri bize
yaklaşık 1.8 milyon yıl önce Afrikalı erken insan türleri arasındaki morfolojik
çeşitliliğin aslında evrilen tek bir insan türünün farklı yerel toplumları
arasındaki morfolojik çeşitlilik olarak yorumlamamızı öneriyor. Bu türlerin
birebirlerine çok benzer habitatlarda benzer çevresel kontrol mekanizmaları
altında yine benzer uyumsal stratejiler ile yaşadıklarını düşünürsek Dmanisi
perspektifi yani evrilen tek bir türün farklı yerel varyasyonları olduğunu
düşünmek daha tutumlu bir yaklaşım gibi gürünüyor. Ters açıdan bakarsak salt Dmanisi
yerel toplumunun morfolojik çeşitliliğinden yola çıkarak kıtalar arası,
özellikle de Afrikalı erken insan türlerinin evrimsel ilişkilerine atıfta
bulunmak bazı riskler de içeriyor. Kaldı ki Dmanisi buluntularının stratigrafik
ilişkileri tamamı ile net bir biçimde belirtilmiş değil. Bunlardan ilki
makalede özellikle Dmanisi D4500 buluntusunun stratigrafik olarak önceki
buluntular ile aynı seviyede bulunduğu iddia edilse de bu yorum bütün bu
bireylerin aynı zaman diliminde yaşadığı anlamına gelmiyor. Çökelme ortamı ve
çökelme hızı hakkında makalede verilmiş herhangi bir bilgi yok ve insan
evriminde –jeolojik olarak kısa da olsa- 100 bin yıl çeşitli evrimsel
değişimlerin gerçekleşebilmesi için yeterli bir süreç. Bu nedenle Dmanisi’de
bulunmuş kafatası fosillerinin çökelme zamanları ve bu konudaki kronolojik
farklılıklarının da aydınlatılması gerekiyor. Böylece Dmanisi’de kaç farklı
yerel toplumun yaşadığını ve zaman bağlı aralarındaki evrimsel ilişkileri
anlamak kolaylaşabilir. Elbette zaman tek başına evrimsel değişimin bir itici
gücü olamaz. Zamandan daha önemli olan unsurlar gen havuzundaki değişimler ve
çevresel faktörlerdir. Dmanisi örneklerine ait dişler üzerinde yapılan bazı
mikro-aşınma çalışmaları iki farklı grubun varlığına işaret ediyor. Buna göre
en son keşfedilen D4500 fosiline ait dişler üzerindeki mikro izler daha lifli,
aşındırıcı ve sert besinler ile beslendiğini gösteriyor. İspanya Burgos Ulusal
İnsan Evrimi Araştırma Merkezi, Diş Araştırma Grubu’ndan Laura
Martín-Francés ve meslektaşlarının
geçen henüz baskıda olan çalışmalarına göre bu izler daha güçlü çene kasları
gerektiren sebze bakımından baskın bir diyeti işaret ediyor. D4500 bireyi de
diğer kafatasları fosillerine göre daha masif bir çeneye sahip, bu özellikler
onun güçlü çene kaslarına da sahip olduğunu gösteriyor. Bu durumda D4500
buluntusunun diğer buluntular ile karşılaştırıldığında ekolojik olarak daha
farklı bir beslenme davranışa uyum sağladığı ileri sürülebilir. Bu nedenle
Dmanisi örnekleri için salt morfolojik analizlere göre değil ekoloji ve
davranış gibi uyumsal stratejilerin de tartışılmasına ihtiyaç var.
Dmanisi fosilleri
hakkında daha çok tartışacağız gibi görünüyor. Yeni buluntular ve analizler
farklı bakış açıları kazandırıyor ve kazandırmaya devam edecek. Sanırım
unutulmaması gereken en önemli noktalardan biri taksonomik olarak cinsimiz Homonun kaç tür içerip içermediği değil,
zira morfoloji tek başına bir tür demek değildir. Bence Homo cinsinin karakterize eden biyolojik değişimlerin yanısıra kültürel
evrimin de ivmelenmesi bu cinsin yerel toplumları arasındaki morfolojik
çeşitliliğe karşı farklı bir yaklaşımın oluşturulmasını düşündürebilir.
Akrabalık ve sosyal ilişkilerin muhtemelen daha da belirginleşmeye başladığı,
alet üretiminin ilerleyen biçimde geliştiği, konuşmanın ve dilin ortaya çıktığı,
yani insanın bilişsel yetenekleri ile doğadaki pozisyonunu belirlemeye
başladığı dönemin ilk basit adımlarını attığı süreçten bahsediyoruz. Daha çok
veriye ihtiyacımız olduğu kesin. Yeni keşifler ve bakış açıları insan evrimi
hakkında yeni sorular sorabilmemizi sağlıyor. Sormaya ve tartışmaya devam. Bir soru ile bitirelim o vakit; Gürcistan
gibi ülkemize coğrafik olarak çok yakın olan bir bölgede, yaklaşık 1.8 milyon
yıl önce Afrika’dan Avrasya’ya ilk göç eden atalarımızın fosilleri bulunurken
neden ülkemizde benzeri fosiller bulunmuyor?
Sözlük
Australopithecus: Yaklaşık olarak 4.2 ve 2 milyon yılları arasında sadece
Afrika’da yaşamış olan, yetenekli bir biçimde de dik yürüyebilen, neredeyse
modern insanın üçte biri oranında beyin hacmine sahip ve Homo cinsine atalık ettiği genel kabul gören insan atası grubu.
Paranthropus: 2.7 ve 1.2 milyon yılları arasında sadece Afrika’da
yaşamış, Australopithecus ve Homo cinsine oranla daha masif ve iri
kafatası ve vücut iskeletine sahip, dik yürüyebilen, çok iri azı dişleri
sayesinde sert bitkilerle rahatlıkla beslendiği kabul gören insan atası grubu.
Kenyanthropus: Kenya’da 2001 yılında keşfedilmiş olan, 3.4 milyon yıl
öncesine tarihlendirilmiş ve özellikle Australopithecus
afarensis ile önemli benzerlikler taşıyan insan atası.
Homo: Yazıda da detaylı anlatıldığı gibi bizim de dahil
olduğumuz insan cinsi. Yaklaşık olarak 3-2.5 milyon yıllar arasında bir dönemde
büyük olasılıkla Doğu Afrika’da bir australopithecus atadan evrilmiş, 2.6
milyon yıl önce ilk taş aletleri üretmiş, beyin büyüklüğü, düzleşmiş yüz ve
küçülmüş dişler ile karakterize olan, bizim gibi dik yürüyebilen günümüzde tek
bir tür olan Homo sapiens ile hayatta
kalmış insan cinsi.
Bazı Kaynaklar
Cameron, D.W., Groves, C.P. 2004.
Bones, stones and molecules: ‘‘Out of Africa’’ and human origins. Elsevier,
Burlington MA
Gibbons, A. 2013. Stunning Skull Gives a Fresh Portrait of Early
Humans. Science, 342: 297-298.
Leakey, L.S.B., Tobias, P.V. ve
Napier, J.R. 1964. A new species of the genus Homo from Olduvai Gorge. Nature 202: 7–9
Lordkipanidze, D., Ponce de León, M., Margvelashvili, A., Rak, Y.,
Rightmire, G.P., Vekua, A., Zollikofer,C. 2013. A complete skull from Dmanisi,
Georgia, and the evolutionary biology of early Homo. Science 342, 326-331.
Martín-Francés, L., Martinón-Torres,
M., Lacasa-Marquina, E., Fernández-Colón, P., Gracia-Téllez, A., Bermúdez de
Castro, J.M. 2013. Palaeopathology of the Plio-Pleistocene specimen D2600 from
Dmanisi (Republic of Georgia). Comptes Rendus Palevol (baskida).
Mayr, E. 1950. Taxonomic
categories in fossil hominids. Cold Spring Harb Symp Quant Biol 15: 109–118
Wood, B.A. ve Collard, M. 1999.
The human genus. Science 284: 65–71