Aşağıdaki yazım Bilim ve Gelecek dergisinin geçen ayki (Ocak 2013) sayısında yayınlandı. Okuma şansı edinememiş arkadaşlar için blogda yayınlamayı düşündüm. İyi okumalar.
Ünlü Fransız film yönetmeni Jean Jacques Annaud tarafından 1981 yılında üretilen
Quest For Fire (Ateş İçin Arayış)
insanın tarihöncesi hakkında gelmiş geçmiş en başarılı bilim-kurgudur benim için.
Farklı dillerde ve kültürlerde filmler üretmenin üstadı olan Annaud bu filmi
Belçikalı J.H. Rosny’nın 1911 yılında yayınlanan yine aynı isimli -Quest For
Fire- adlı romanından esinlenerek üretmiştir. Filmin çok gerçekçi ve
oyuncuların son derece başarılı oluşu sanırım The Naked Ape (Çıplak Maymun)
kitabı ile bildiğimiz Desmond Morris’in oyuncuların vücut dili ve hareketlerinden
sorumlu danışman olmasında aranmalı. Hatta metal müzik grubu Iron Maiden 1983
yılında çıkardıkları Piece of Mind adlı albümlerinde bu filmden etkilenerek
ürettikleri ve Steve Harris’in solo okuduğu Quest For Fire adlı parçası da
dinlemeye değerdir. Filmden etkilenen Harris bu parçada ateşin önemini filmin
sahnelerini hayal ederek şarkıya dönüştürmüştür.
Filmde üç ayrı insan türünün birbirleri ile arasındaki ilişki ve aynı
zamanda kendi gündelik yaşamları tanıtılır. Bunlardan ilki iri, güçlü yapılı ve
çoğunlukla sarışın Neanderthaller, ikincisi
narin, zayıf ancak yetenekli ve daha kompleks teknolojiye sahip olan Homo
sapiens (modern insan) ve son olarak da bu türlere göre çok ilkin özelliklere
sahip vücutları tamamen kıllar ile kaplı Homo erectus olarak kurgulanmış. Filme
göre neanderthal ateş üretemez sadece varolan ateşi taşır ve kullanır. Bir gün
Homo erectuslar neanderthallerin yaşadığı mağaraya saldırır. Bu saldırıdan kurtulan
neanderthaller yaşadıkları yerden kaçmak zorunda kalmışlardır. Bu sırada ateşi
taşımakla görevli olan neanderthal suyun içerisinde ilerlerken düşer ve ateş
söner. Soğuk iklimin çetin şartlarından dolayı ateşsiz kalmak onları büyük bir
telaş ve güvensizlik içerisinde bırakır. Kabileyi emniyetli bir bölgeye taşıyan
lider güçlü kuvvetli genç bireylerden üç tanesini seçer ve tekrar ateş bulmaları
için onları görevlendirir. Ateş bir sembol olarak hayatta kalabilmenin gücüdür.
Ateşin bulunma yolu ise çoğunlukla ya doğadan ya da başka bir kabileden
çalmaktır. Yaşamsal önemi olan ateş için arayış macerası böylece başlar. Ateşi
arayış sürecinde neanderthal gençleri bir sürü tehlikeler atlatırlar. Bu
serüven sırasında neanderthaller ilerde biryerlerde duman görürüler ve ateşin
orda olduğuğunu düşünerek oraya giderler. Ancak vardıkları zaman onları bir
sürpriz beklemektedir. Yanan ateşin etrafı insanlara ait kafatası ve kemiklerle
doludur, burada birileri insanları yemiştir. Bunlar kanibal Homo erectuslardır.
Durumu fark edince korkarlar ve bir an
önce ateşi çalıp ordan kaçmak isterler. Bu arada üzeri ilginç boyalar ve
dövmeler ile kaplı, biraz da kendilerine benzeyen çıplak iki insanın bağlanmış
olduğunu görürler. Bunlar modern
insanlardır. Ateşi çalmak için plan yaparlar, ikisi erectusların ilgisini
çekecek ve diğer bir tanesi de gizlice ateşi çalacaktır. Planlarını uygularlar
ve ateşi çalarlar ancak neanderthallerden biri bağlı tutulan modern insanları
kurtarmak ister ve kurtarır. Modern insanlardan biri çok yaralı olduğu için
kaçamaz, ancak sağlam olan genç kız neanderthaller ile kaçmayı başarır. Neanderthalin
biri çatışma sırasında ciddi biçimde yaralanmıştır ve hemen bölgeden
uzaklaşırlar. Sapiens kız onu iyileştirmek ister ve topladığı şifalı bitkiler
ile onun yarasını sarar. Neanderthaller yaranın hızlıca iyileşmesinden dolayı
onun bu deneyimi ve bilgisini hayretle karşılarlar. Aradan geçen uzun zaman ve
olaylardan sonra -filmi izlemeyi düşünebilirsiniz diye önemli detayları
anlatmıyorum- neanderthal ve sapiens kız birbirlerine aşık olurlar. Nenaderthal
dostlarımız modern insanın köyüne gider, onların gelişmiş teknolojisi ve
kompleks sosyal yaşamı ile karşılaşır, tanışır. Modern insanlar kendi evlerini
kendileri yapmışar, ateşi yakabiliyorlar, farklı silahlar üretebiliyorlar ve
lezzetli birçok yiyeceğe sahipler. Detayların bir kısmını atlarsak sapiens kız
neanderthal ile yola devam etmek ister, ona aşık olmuştur. Ateşi üretemeyen,
sadece taşıyan ve kullanan neanderthallere ateşi nasıl yakacaklarını öğretir
sapiens kız. Böylece kahramanımız sapiens kız, kültür ve teknolojiyi iki kabile
arasında taşımış olur. Aşık olup peşinden gittiği neanderthalin kabilesine
bildiklerini öğretir ve onlara daha emniyetlli bir yaşam sağlar. Bu film daha
çok neaderthal ile modern insan arasındaki melezleşmeyi akıllara getirse de
farklı bir bakış açısıyla kadının insan evrimindeki yerini de düşündürür. Kadın
birey sadece doğurganlığı ile türün devamını değil aynı zamanda farklı
kültürler arasında sosyal etkileşimi sağlayıcı ve öğretici bir rol oynarak
büyük oranda insanın kültürel evriminin de taşıyıcısıdır.
Evolutionary
Anthropology (Evrimsel Antropoloji) dergisinin son sayısında (19 Aralık 2012)
Adrienne L. Zihlman (Kalifornia Ünv. Santa Cruz, Antropoloji Böl.) tarafından
yayınlanan The Real Females of Human Evolution (İnsan Evriminin Gerçek
Kadınları) makalesinde öne sürülen ilginç fikirler bana yukarıda bahsettiğim
filmi hatırlattı. Zihlman antropolojide özellikle insanın biyo-kültürel evrimi
alanında aykırı bir sestir. Bu alanda 1960’lı yıllarda insanın evrimsel süreçte
insanlaşmasını büyük oranda “man-the-hunter” (avcı-erkek) erkek egemen algısı
ile biçimlendiren “erkek-güç-silah-saldırı- yarış -av- et-başarı” sembollerinden
oluşan eril söylemine karşı “woman-the-gatherer” (toplayıcı-kadın) çıkışı ile
kadının kabilede baskın olan sosyal ve duygusal pozisyonunu ileri sürerek büyük
bir ezberi bozmuştur. Bu bağlamda insan evirminde ve dolaylı olarak hayatımızda
kadının yerini tarihöncesinden gelen bir perspektif ile paylaşmaya çalışacağım
ve yazının genelinde direk çeviriler ile Zihlman’ın makalesine bağlı kalacağım
ve yer yer kendi yorumlarımı da eklemeye çalışacağım. Bu makaleyi insan evrimi
yani insanlaşma sürecinde kadının oynadığı rolün önemi hakkında tekrar
düşünülmesi bakımından değerli buluyorum.
İnsanın evrimsel süreçteki doğasını açıklayabilmek için birçok tanım iler
sürüldü, bunlardan bazıları “the killer ape (katil kuyruksuz maymun)”, “the
naked ape (çıplak kuyruksuz maymun)”, “the
aquatic ape (sucul kuyruksuz büyük maymun)” ve “man the hunter (avcı erkek)”
şeklinde sıralanabilir. Bütün bu tanımların ortak bir noktasının çoğunlukla
erkek bireylerin davranışlarından yola çıkılarak ya da ona atfedilerek
kurgulanmış olması dikkate değer. İnsanın evrimsel sürecinde insanlaşmayı
karakterize eden sosyal ve kültürel değişimlerin cinsler arasında dağılımını
yapmak ya da cinslerden birine diğerinden daha fazla rol biçmek son derece
riskli. Özellikle insan atalarının sosyal organizasyonları hakkında çok yeterli
kanıta ve bilgiye sahip olmadığımız dönemler yani ilk dik yürümeye ve ardından
taş alet üretmeye başladığımız dönemler düşünülürse cinsler arası ilişkilerin
yapısı hakkında kesin yargılarda bulunabilecek bilgiye sahip olmadığımızı fark etmiş oluruz. Bildiğimiz tek şey iki
cins arasında eğer eşit bir dayanışma olmasaydı hayatta kalma şansları çok
düşük olurdu. Günümüzde toplumsal cinsiyet bağlamında erkeğin kazandığı sosyal
statü ve onun kaba gücü tarihöncesi ilişkilerde ona daha fazla rol biçmemize
neden olmuş gibi görünüyor. Ancak erkek ve kadın arasındaki etkileşim ve
kadının kabile içerisindeki rolü bahsettiğim dönemler dikkate alındığında halen
gizemini korumaktadır. Zihlman alternatif çıkışı ile eril söylem tarafından
gölgelenmiş bu gizemi görünür kılma kaygısı taşıyan çalışmalarının en önemli
yayınlarını ilk kez 1976 ve devamında 1978 yılında yaptı (Women in Evolution
Part I: Innovation and Selection in Human Origins (1976) –İnsan Evriminde Kadın
Kısım I: İnsanın Kökeninde Yenilik ve Seçilim- ve Women in Evolution Part II:
Subsistence and Social Organization among Early Hominids (1978) -İnsan
Evriminde Kadın Part II: Erken İnsansılarda Hayatta Kalma ve Sosyal
Organizasyon-). Bu çalışmalarda soyut ve kültürel anlamda daha sofistike bir
yaşam biçimini evrimleştirmede erkek ya da kadından herhangi bir cinsin daha
önemli rol oynadığını düşündüren ikiye indirgenmiş basit bir çatışmanın
çukuruna düşmeden dönemin antropolojisinin erkek egemen söylemine karşı kadının
insan evriminde ihmal edilmiş yerini işaret eder. Böylece bir paleoantropolog
gözü ile diğer sosyal bilimcilere bir sembol olarak günümüz erkek kurgusunun
etkisi altında olan beyinlerin tarihöncesi cinsler arası sosyal ve kültürel örüntüler
hakkında manipülasyonlar yapmasının risk boyutunu gösterir. Zihlman, yukarıda bahsettiğim 1976 yılı makalesinde daha
çok büyük kuyruksuz maymunlardan insansılara giden evrimsel süreçte davranışların
kökeni ve dişi bireylerin toplumdaki rolü, anne merkezli birimlerin oluşması,
sosyalleşme ve akrabalık ilişkilerinde kadın bireylerin rolü ve son olarak
anaerkil yatırım, seksüel seçilim ve insanlaşmanın kökeninde kadın gibi temel
konuları tartışır. İkinci makalede ise dik yürüyen insan atalarından yani ilk
hominidlerden modern insana kadar geçen süreçte fiziksel, kültürel ve sosyal
evrim bakımından kadının rolünü keskinleştirir.
Bununla birlikte bu
son makalesinde Zihlman kadının insan evrimindeki yeri ile ilgili bütün
deneyimlerini ve bilgilerini cömert bir biçimde sunmuştur. Modern insanın kadın
bireyleri biyolojik olarak içinde sınıflandırıldıkları maymunlar takımı ile
değil diğer bütün memeli türlerinin dişi bireyleri ile evrimsel açıdan ortak
özellikler paylaşırlar. Ona göre özellikle primat yani maymunlar takımında anne
bireylerin kompleks yaşamları ve birden fazla sosyal rolleri vardır: doğurma,
bebek bakımı ve besleme, sosyal eğitmenlik ve öğretim, arkadaşlık, akrabalık ve
genel olarak kültürün ve geleneğin taşıyıcısı ve uygulayıcısı olmaları gibi. Kadınlar
bütün bu farklı rolleri sadece doğurarak aktarmazlar, yoğun bir sosyal ve
duygusal etkileşim bunu sağlar. Bu etkileşimin zeminini oluşturan bağ ise
memeli türlerinin evrimsel kökeninde saklıdır.
Yavrusunu Emziren İlk Anne
İlk memeli anneleri tanımak için yaklaşık olarak 200 milyon yıl geriye
gitmemiz gerekiyor, memeli ataların evrimleştiği ve fosil kayıtlarda ortaya
çıktığı döneme. Bu dönem anne ile yavru arasında emzirme yoluyla oluşan ilk
sosyal bağın ortaya çıktığı zamandır. Memelilerin yavruları ilk doğduklarından
itibaren türlere göre değişen sürelerde annelerine bağımlıdırlar. Birçok memeli
yavrusu doğduğundan itibaren duyma, koklama ve seslenme gibi birçok özelliğe
sahip doğar. Böylece yavru doğduğu andan itibaren annesini tanır, doğuştan
sahip olduğu özellikleri ile annesinin ilgisini sürekli çeker, çünkü annesi
onun hayatta kalabilmesinin yegane sağlayıcısıdır. Anne hamilelik sürecinde
metabolik hızına bağlı olarak daha fazla yağ depolar ve bu enerji deposu süt
oluşturma, yoğun enerji tüketen duygusal beyin, besleme ve yavrusunun her türlü
bakımı için gerekli motivasyonu sağlamakta kullanılır. Anne ve yavru arasındaki
bu bağ diğer birçok sosyal etkileşimlerin oluşumuna da zemin sağlar. Zihlman’a
göre anne ve yavru arasındaki bağ, günümüz memeli topluluklarındaki çeşitlilik
ve başarının temel taşıdır. Yeni olmayan şey ise erişkin bir anne ve erkeğin
çiftleşme sürecinde yaşadığı etkileşimdir. Bu tür seksüel etkileşimin yani
erkek ve dişi arasındaki ilişkinini diğer bir söylem ile cinsiyetlerin
kökeninin jeo-kronolojik kökeni ilk memeli annenin ortaya çıkışından çok daha
eskidir. Bu nedenle memelilerde erkek ve kadın arasındaki ilişki anne ve bebek
arasındaki ilişkiye göre ilkel özelliklere sahiptir. Baba ya da erkek,
anne-bebek arasındaki ilişkiyi anlayabilmesi ve bu ilişkide kendine bir
pozisyon bulabilmesi için sosyal ve duygusal olarak kendini geliştirmek
zorundadır.
Zihlman memelileri yavru bakım süresinin uzunluğuna bağlı olarak ikiye
ayrır; minimalist yani kısa yavru bakım süresine sahip olanlar ve maksimalist
(maximalist) türler ise daha uzun yavru bakım süresine sahip canlılar. Bunu bir
örnek ile daha anlaşılır hale getiriyor: yaklaşık 500kg olan hamile deniz
filleri yılın her Aralık ayında Kaliforniya Santa Cruz sahillerine gelerek uygun
bir yer bulup ilk 24 saat içinde yaklaşık 45kg ağırlığında olan yavrularını
doğururlar. Her anne deniz fili yavrusunu %55 yağ içeren besin değeri bakımından
yoğun sütü ile yaklaşık 3 ya da 4 hafta besler. Yavrular daha sonra sütten
kesilir, yüzmeyi ve avlanmayı öğrenerek kendi bireysel yaşamına döner. Bu
sırada anne deniz filleri vücut ağırlıklarının üçte birini kaybederler.
Yavrularını emzirmeyi sonlandırdıktan kısa süre sonra erkekler ile
çiftleşirler. Bir dişi deniz fili 4 yaşına gelince yavru yapabilecek
olgunluktadır ve yaklaşık 18 yıl olan yaşam süresi boyunca her yıl bir yavru
dünyaya getirir. Yavru grubun diğer üyeleri ile sosyal bir etkileşim içinde
değildir. Öğrenmesi gereken sosyal kurallar yok denecek kadar azdır. Anne deniz
fili en uzun bağını yavrusu ile yaşar, en kısa sosyal bağ ise bir erkekle
çiftleşmeden ibarettir.
Maksimalist memelilere verilecek en güzel örnek Afrika ve Asya’da yaşayan
gri renkli dev filler olacaktır. Filler akraba dişilerin ve onların
yavrularından oluşan anaerkil sürüler halinde yaşarlar, çiftleşme dönemlerinde
yalnız dolaşan erkekler sürüleri ziyaret eder. 22 ay süren hamilelik sürecinden
sonra anne yavrusunu yaklaşık 4 yıl emzirir. Yavru doğduktan hemen sonra dört
ayağı üzerinde dikilerek sürü ile birlikte hareket etmek zorundadır. Bu süreçte
sadece anne değil sürünün diğer dişi üyeleri ve büyük yavrular yeni doğan
yavruya bakım desteğinde bulunur. Yavru fil birçok bakıcı fil tarafından sosyal
ilişkileri öğrenir. Bir filin ortalama ömrü yaklaşık 50 yıldır ve genç erkek
yavrular 10 yaşlarına geldiklerinde sürüyü terk etmek zorundadırlar. Dişiler 15
yaşlarına geldiklerinde doğurganlık olgunluğuna erişirler. Deneyimli ve bilgili
en yaşlı dişi sürüyü kontrol eder, sürünün hayatta kalmasını sağlayacak olan
deneyimlerini diğerlerine aktarır.
Bir ay kadar kısa yavru bakım süresine sahip olan minimalist deniz fili ile
bu sürenin 4 yıla ulaştığı maksimalist Afrika fili arasındaki sosyal
ilişkilerdeki farklılık elbette her ikisinin içinde yaşadıkları çevre ve bu
çevreye uyumu ile ilgili. Her ikiside bir memeli türü olsa da birinin
çoğunlukla suda diğerinin ise karada yaşıyor olması farklı sosyal ve duygusal
adaptasyonları evrimleştirmelerine neden oluyor. Ancak bu uyumu dayatan koşullar
Afrika fillerinde daha kompleks ve sofistike bir sosyal ilişkinin oluşmasını
sağlıyor. Bunda karasal yaşamın koşulları, anne-yavru bağının uzunluğu ve bu
süreçte oluşan sosyal ve duygusal etkileşimin etkisi büyük. Afrika fillerinde yavru
bakım süresinin uzunluğu sadece anne ve yavruyu değil bu sürece diğer sürü
üyelerinin de katılımını gerekli hale getiriyor. Böylece sadece anne ve yavrusu
değil aynı zamanda sürünün diğer üyelerinin de bu sosyal ve duygusal ağa
karışarak akrabalık ilişkisinin pekişmesine ve derinleşmesine yol açıyor.
Yaşayan Akrabalarımız
Primatlar
Peki bizim de içinde bulunduğumuz primatlar yani maymunlar takımında durum
nasıl? Maymunların da sosyal yaşamı yukarıda bahsettiğim memeli temelinden
gelen anne-yavru bağı üzerinde gelişiyor. Grup içerisinde her yaştan ver her
cinsten bireyin katıldığı gelişim evrelerine göre farklılaşan komleks bir
sosyal ağ primatlarda gözlemleniyor. Bununla birlikte primatlarda çok özel bir
durum var. Diğer birçok memeliden farklı olarak primat anneler sadece
yavrularına süt sağlamıyorlar ayrıca yavrularını sütten kesilene kadar
taşıyorlar. Yavru bu süreçte annesine sıkıca sarılarak sürekli onunla hareket
ediyor. Bu nedenle anne sürekli vücuduna tutunan yavrusu için süt üretme
dürtüsü ile yaşarken aynı zamanda sürekli büyüyen ve büyüdükçe ağırlaşan
yavrusunu taşıyacak enerjiyi de sağlamak zorunda. Anne 7/24 yavrusunu vücuduna
yakın taşırken her ikisi arasında olağanüstü duygusal bağlar ve özgüven
gelişir, aynı zamanda anne gerekli sosyal ilişkileri ve ekolojik çevreyi ona öğreterek
başarılı bir biçimde hayatta kalmasını sağlayacak deneyimi aktarır. Peki anne için enerji ve zaman bakımından çok
pahalı olan bu sistemin avantajı nedir? Hamile olan ya da doğmuş yavrusunu
taşıyan anne maymun sürekli sosyal bir grup içerisinde hareket eder, beslenir
ve korunur. En önemlisi tüm bu süreçler boyunca grubun gerek dişi gerekse erkek
diğer üyeleri ile sosyal etkileşimde bulunur. Erkek maymunlar yavru bakımında
çok sınırlı bir destek sunarlar ve bu destek daha çok istikrar ve koruma
amaçlıdır.
Şempanzeler hakkında düşünmeye başlayınca kendi türümüze daha da
yaklaştığımızı anlıyoruz. Şempanzeler uzun ömürleri ve uzun bebek bakım süresi
ile filleri anımsatıyorlar. Ancak fillerden farklı olarak diğer maymunlarda
olduğu gibi şempanzeler de yavrularını yaklaşık 4-5 yıl emziriyorlar ve sürekli
taşıyorlar. Elbette konu şempanzelere geldiğinde bu kuyruksuz büyük maymunlar
hakkındaki bilgilerimizin çoğunu onun gözlemlerine ve deneyimine borçlu
olduğumuz Jane Goodall’ı anmak gerekli. Goodall, ünlü paleoantropolog Luis
Leakey tarafından Gombe ve Tanzanya arazi çalışmalarında ekonomik olarak desteklenmiştir.
Goodall, yavruları Flint, Fifi, Figan ve Faben ile etrafı çevrelenmiş Flo adını
verdiği anne şempanze ile ilk kez karşılatığında onun ne kadar sabırlı ve
kendine güvenen bir lider anne olduğunu not etmişti. Yavrulardan Fifi o dönem
henüz bir genç erişkin idi. Flo annaanne olduğunda yani yavrularından Fifi’nin
ilk yavrusu Fanni’yi doğurduğunda yaklaşık 50 yaşındaydı. Takip eden on yıl
içerisinde Flo’nun ardından Fifi lider anne konumuna geçti. Daha önce insanla
herhangi bir etkileşimde bulunmamış bu şempanze ailesini gözlemlerken Goodall onların
farklı organik materyalleri alet olarak kullandıklarını keşfetti. 1960-70’li
yıllara denk gelen bu dönemde antropologlar alet kullanımının sadece insana
özgü bir davranış biçimi olduğunu düşünüyorlardı. Çünkü alet kullanmak gibi
kompleks bir davranış biçimi daha büyük beyin ve iyi gelişmiş bilişsel
yetenekler gerektirmeliydi. Uzun yıllardır insan atalarına ait fosil buluntular
ve taş aletler keşfedilen Olduvai Gorge (Tanzanya) bölgesinde çalışmalarını
sürdüren Luis Leakey, Goodall’ın bu keşfini doyunca çok heyecanlanmıştı. Bu
keşif, insanların ve şempanze, goril ve orangutanın da içinde sınıflandırıldığı
kuyruksuz büyük maymunlar ile olan evrimsel açıklığı darlaştırıyordu. Örneğin
şempanzeler çürümüş ağaç gövdelerinin içerisinde yaşayan ve protein bakımından
oldukça zengin olan termitleri yiyebilmek için ince uzun dalları kullanıyorlardı.
Parmakların girmediği deliklerden bu dalları sokarak termitleri ağaç
gövdesinden dışarı çıkarıyorlardı. Goodall bu gözlemlerini yaparken yavruların
annelerinin dizleri dibinde oturup onu izleyerek bu nasıl yatpıklarını öğrenip annelerini
bir model olarak kopyaladıklarını not etti. Annesi gibi davranan yavrular uygun
dal parçasını seçip ağacın uygun bölümünden yaklaşarak termitleri çıkarmaya
çalışıyorlardı. Yavru bir şempanzenin termit yakalamada usta olması neredeyse 5
yıl sürüyordu. Goodall kimi şempanzelerin termit yakalamada diğerlerinden daha
başarılı olduklarını da gözlemledi, onları şampiyon termit avcıları diye
tanımladı.
Dişi Şempanzelerde Alet
Kullanma Yeteneği ve Öğretimi
Şempanzelerde alet kullanıma dair bilgiler Christophe ve Hedwige Boesch’un
çalışmaları ile daha da çoğaldı. Araştırmacılar şempanzelerin sadece termit
avcılığı değil aynı zamanda sert kabuklu yemişlerin kabuklarını kırmak için
sert bir zemin üzerinde agaç parçalarını kullanarak kabukları kırdıklarını
gözlemlediler. Yaklaşık 10 yaşında bir şempanze yemiş kabuğu kırabilecek
olgunluğa ulaşıyor. Araştırmacılar bu yeteneği derecelendirmek için ilk aşamada
şempanzelerin kaç vuruşta yemişin kabuğunu kırdığı ve ikinci aşamada ise
dakikada kaç yemişin yendiği şeklinde kategorize ettiler. Bu derecelendirmede
dişi bireyler erkek bireylerden daha başarılı oluyorlardı. Ancak bunun nedeni
yetenekten ziyade konsantrasyon, erkek bireyler yemiş kırmak yerine farklı
sosyal aktivitelerde bulunmayı yeğliyorlardı. Elizabeth Lonsdorf ve meslektaşları genç şempanze bireylerinin öğrenme süreçlerini
arşatırmak için gözlemler yaptılar. 14 tane genç şempanzeyi termit avlarken
videoya kaydettiler. Gözlemlerinin sonucunda dişi olan genç bireyler
zamanlarının çoğunu annelerini termit avlarken gözlemlemekle geçirirken erkek
olan genç bireylerin zamanlarının önemli bir bölümünde alakasız oyunlar
oynamayı tercih ettiklerini saptadılar. Genç dişiler erkeklere oranla daha
erken yaşta termit avlamada annelerine benzer biçimde profesyönelleşiyorlardı.
Genç dişi şempanzeler doğurma olgunluğuna erişmeye yakın evlerini bırakıp
yeni bir gruba geçiş yapıyorlar. Bu geçiş ile birlikte büyüme sürecinde
öğrendikleri bütün bilgi ve deneyimleri de gittikleri yeni gruba taşıyorlar.
Tetsuro Matsuzawai, Afrika’nın batısında Gine’de yaptığı araştırmalarda bunu
kanıtlayan bir gözlem yaptı. Bossou’da (Gine) şempanzeler yemiş kabuklarını
kırmak için çekiç yerine taşlar ve kütük parçalarını, zert zemin yani örs
yerine ise düz yüzeyli ağaçlar ve taşları kullanıyorlar. Ancak burdaki
şempanzeler diğer şempanzelerden farklı olarak farklı bir yemiş -palmiye yemişi-
ile besleniyorlar. Araştırmacı Matsuwaza bu şempanzelere nasıl davranacaklarını
görmek için palmiye yemişi yerine diğer şempanzelerin yediği coula
yemişlerinden verdi. Şempanzelerin çoğu daha önce görmedikleri bu yemişi
görmezden geldiler. Sadece daha önce bu yemişin bulunduğu bölgeden Bossou’ya geçiş
yapmış yaşlı bir dişi şempanze anında coula yemişini tanıdı ve kırıp yemeye
başladı. Onu izleyen iki genç de onu kopyalayıp coula yemişini yemeye
başladılar. Böylece yaşlı dişi daha önce edindiği bilgi ve deneyimi içinde
bulunduğu yeni ortama aktarmış oldu. Bu durum dişi bireylerin alet kullanmak ve
yiyecekleri tanımak gibi birçok yaşamsal deneyimin farklı gruplar arasında
taşınmasını sağlaması insan evriminde de dişi bireylerin gruplar arası
hareketliliğinden dolayı benzer bir rol oynadığını düşündürdü.
Avlayan ve Paylaşan Dişiler
Birçoklarımız güçlü yapılarından dolayı daha çok erkek şempanzelerin
avlandığını ve paylaştığını düşünürüz. Bu durum bizi sürekli olarak erkeğin
avlanıp besin sağlayarak grubun hayatta kalmasını sağladığına kanalize eder. Dişi
şempanzeler de küçük hayvanları avalayıp paylaşırlar. Sadece dişi şempanzeler
değil, dişi orangutanlar ve dişi gibonlar da küçük hayvanları avlarlar. Hatta
dişi şempanzeler avlanırken kimi zaman alet bile kullanırlar. Tanzanya Mahale
bolgesinde dişi bir şempanzenin biçimlendirilmiş bir dal parçasını sincapları
bulundukları ağaç kovuğundan çıkarmak için kullandığı kayıt edilmiştir. Birkaç
yılın ardından bu bölgede yaşayan şempanzelerin ağızları ile parçalayıp
keskinleştirdikleri yaklaşık 70cm uzunluğundaki dal parçasının popüler bir alet
haline geldiği ve yuvalarından sincap ve benzeri küçük hayvanları yakalamak
için kullandıkları gözlemlendi. Bu davranışın daha çok dişi bireyler tarafından
gerçekleştirildiğinin gözlemlenmesi ise önemli bir ayrıntı.
1960’lı yılarda başlayıp gelişen teknoloji sayesinde daha da ilerleyen
mitokondri, protein ve çekirdek DNA çalışmaları şempanzeler ile paylaştığımız
son ortak atadan genetik farklılaşmanın yaklaşık 5.4 milyon yıl önce Afrika’da
gerçekleştiğini öneriyordu. Güncel goril genom çalışmalarına göre
şempanze-insan evrimsel farklılaşmasının 3.7 milyon yıl ve insan-şempanze-goril
evrimsel farklılaşmasının ise 5.95 milyon yıl önce gerçekleştiği duyuruldu
(Scally ve diğ. 2012. Nature, 483:169-175). Yeni bulgular insan ile şempanzenin
bilinenden daha yakın akraba olduğunu gösteriyor. Jane Goodall’ın
çalışmalarından bu yana antropologlar şempanze davranışlarının kendi
davranışlarımız ile olan benzerlikleri üzerinde buluşuyorlar. Paylaştığımız
sosyal, duygusal ve üstüne üstlük genetik benzerliğin sonucunda şaşırmak artık
beklenmedik bir davranış olarak karşılanıyor. Şempanze davranışlarının insan
atalarının davranışlarını anlamak için bir model olarak çalışılması kabul
gördüğü kadar antropologlar arasında tartışmaya da neden olmuştur. Ancak
biyolojik ve sosyal olarak yaşayan en yakın akrabalarımızın şempanzeler olması
onlar ile aramızda olan evrimsel bağı ve kendi atalarımızın sosyal
davranışlarını anlamak için yegane kanıt oldukları gerçeğini sürekli canlı
tutuyor.
Senegal Fongoli’de uzun yıllardır –erken insan atalarına benzer bir
ekolojik ortamda yaşayan- açık alan şemapanzeleri (bonobo) üzerinde süren
çalışmalar onların grup içi ve gruplar arası sosyal etkileşimleri ve yiyecek
paylaşımları açısından orman şempanzelerinden daha farklı bir kültüre sahip
olduklarını gösterdi. Bonobolar orman
şempanzelerinden farklı olarak kullandıklaır çeşitli aletler ile toprağı kazıp
bitki köklerini çıkartabiliyorlar. Ayrıca çok sıcak günlerde kaya sığınakları
ve mağaralarda saklanarak vücut ısı dengelerini koruyabiliyorlar.Fosil
kayıtlara göre dik yürümenin ormanlık alanda ortaya çıktığı kabul görse de daha
sonra bu davranışın savan benzeri kısmen ağaçlık açık alanlarda daha da
evrimleştiği ve profesyönelleştiği konusunda antropologlar hemfikir sayılır.
Erken insan atalarının fizyolojileri ve anatomileri savan ekolojisinin mozayik özelliklerinden
daha fazla faydalanabilecek çekilde evrimleşmiştir.
Fosil Kayıtlar ve Hareket
Davranışlarının (Lokomotor) Evrimi
İnsan atalarına dair fosiller çok ender bulunsalar da 1900’lü yılların ilk
çeyreğinden itibaren sayıları artarak çoğalan fosiller atalarımızın hareket
davranışları, uyumları ve dişi bireylerin sosyal ilişkilerdeki rolleri
hakkındaki bilgilerimizi çoğaltmıştır. Erken insan ataları olan australopithecuslar
(okunuşu ostralopithekıs) 2 ile 4 milyon yıl öncesi bir zaman diliminde sadece
Afrika’da yaşamışlardır. Bu türler yaklaşık olarak şempanze ile benzer
büyüklükte beyin hacmine fakat onlardan farklı olarak isteğe bağlı dik yürüme
yeteneğine sahiptlier. Birçoklarınızın bildiği Etiyopya’nın Middle Awash
bölgesinde Hadar lokalitesinde 1970’li yıllarda keşfedilmiş ünlü insan atası
fosili Lucy’nin (Australopithecus afarensis) kalça kemikleri, omurgası ve bacak
kemiklerinin anatomisi onun dik yürüme yeteneğini sahip olduğunu gösteriyor.
Ayrıca ilerleyen yıllarda Mary Leakey tarafından Tanzanya’da Laetoli bölgesinde
keşfedilen eşsiz ayak izi fosilleri bizlere 3.5 milyon yıl önce atalarımızın
dik yürüdüğü hakkında hiçbir şüphenin olmadığını kanıtlıyor.
Son yıllarda farklı insan atası türlerine ait özellikle ayak bilek ve ayak fosillerinde görülen anatomik
farklılıklar türler arasında farklı dik yürüme davranışlarının olabileceğini
düşündürdü. Bu türler dik yürüyorlardı ancak muhtemelen farklı bir biyomekanik
çözüm üretmişlerdi. Eğer gün içerisinde yiyecek taşıyarak ve toplayarak birkaç
kilometre hareket emek zorundaysanız dik yürümek en iyi çözüm. Orman
şempanzeleri ve savan şempanzelerinin gündelik hareket alanı 3 km’yi
geçmemektedir. Buna karşın, avcı ve toplayıcı kabilelerde gündelik rutin olarak
10-15km yiyecek toplamak için yürümektedirler. Ayrıca erkekler av takibi
sırasında daha fazla km’ler katetmektedirler. Kadınlar bebeklerini 3 yaşına gelene
kadar taşırlar ve kendileri ile birlikte yiyecek toplamaya götürmektedirler.
Richard Lee bir çalışmasında avcı-toplayıcı bir kabilede yaşayan kadının
doğumdan itibaren bebeği sütten kesilene kadar neredeyse toplam 5000km yiyecek
ve alet toplamak için bebeğini taşıyarak hareket ettiğini hesapladı.
Fosil Kayıtlarda Kadın
Bireyler
Atalarımıza ait fosil buluntular ender oluşları, sahip oldukları tür içi
morfolojik çeşitliliğin derecesi ve cinsiyet farklılıkları nedeniyle cinsler
arası anatomik ayrımlar yapmak kolay
değildir. Atalarımıza ait bir fosilin dişi mi yoksa erkek bir bireye ait
olduğunu anlamak eğer karşılaştırma yapabilecek zengin bir koleksiyona sahip
değilsek son derece güçtür. Bugüne kadar bulunmuş insan atası fosilleri
içerisinde Lucy (Australopithecus
afarensis) en ünlü kadın fosillerinden
biridir. Bununla birlikte fosil buluntuların azlığı nedeniyle erkek ve kadın
birey arasındaki anatomik boyut farkı kesin olarak bilinmemektedir. Güney
Afrika’da Malapa adasında bulunmuş ve 2 milyon yıl öncesine tarihlendirilmiş
Australopithecus sediba buluntuları erkek ve kadın birey arasındaki boyut
farkına açıklama getirmektedir. Bu fosiller biri çocuk ve biri büyük olasıkla
dişi bireye ait olmalıdır. İnsan ataları da bizler ve akrabalarımız şempanzeler
gibi yavruları ile güçlü sosyal bağlara sahiptiler. Zihlman, Malapa’dan
bulunmuş bu çocuk ve yetişkin kadına it olan iskeletin anne ve çocuğuna ait
olabiliceğini düşünüyor. Güney Afrika buluntuları çopunlukla mağara
dolgularından geldiği için bu tip alanlarda daha bütün fosiller bulunma
olasılığı yüksektir. Bununla birlikte fosil buluntular arasında erkek ve kadına
ait kesin anatomik ayrımlar yapabilmek için daha fazla fosil buluntuya ve
kanıta ihtiyaç var.
Anatomik olarak modern insanlar yaklaşık olarak 200 bin yıl önce Afrika’da ortaya çıktılar.
Modern insan Afrika dışına çıkmadan önce Afrika’da birçok bölgeye dağılmış
morfolojik ve genetik olarak çeşitlenmişti. Güney ve Doğu Afrika’da en ski
arkeolojik lokaliteler 160 bin yıl önceisne tarihlendirildi. BU tarihlerde
bulunan lokalitelerde modern insanların deniz kabukları ve çeşitli su ürünleri
ile belsendiğini gösteren kanıtlar mevcut. Afrika’nın okyanus kıyıları boyunca
bulunan modern insan lokalitelerinde atalarımız için su ürünlerinin bir besin
kaynapı olarak diyetlerine büyük oranda dahil oldupunu görüyoruz. Atalarımız
yaklaşık 100 bin ile 60 bin yılalrı arasında Afrika dışına göç ettiler.
Muhtemelen kadın bireyler uzun süren göç şartlarına karşı hem kendilerini hem
de yavrularının hayatta kalmasını sağlayabilecek donanımlara sahiptiler. Kıyı
şeridini takip edip su ürünleri tüketerek yaklaşık 40 ile 50 bin yıl önce
Avustralya’ya vardılar. Beyaz adamın manipulasyonundan önce Avustralyalı
aborjin kadınları topladığı deniz kabuklarını tüketerek besin ihtiyaçlarının
büyük bir bölümünü karşılıyordu. Hem çocuklarına bakan hem de avlanıp yiyecek
sağlayan aborjin kadınları bu bakımdan Kalahari kabilelerinden farklıydılar.
Zihlman, türümüzün kadın bireylerinin sahip olduğu sosyal ve duygusal
iletişimin bir memeli karakteri olarak primat atalarından devir aldıkları anne-yavru
sosyal bağı ve kabileler arası hareketlilik üzerinde geliştiğini ileri sürüyor.
Kadınlar insanın tarihöncesinden bu yana bebek bakımında yegane kişi, dayanışma
temelli arkadaşlık ilişkilerinin oluşturulmasında bir sosyal aracı, çocukların
eğitiminde bir usta, aile bağının omurgası ve kabileler arası kültürel taşıyıcı
olarak nesiller boyu merkezi bir rol oynamıştır. Zihlman, makalesini Afrika’nın
güneyinde Kalahari’de uzun yıllar avcı-toplayıcı kabileler içerisinde katılımcı
gözlemci olarak yaşamış ve çalışmış Elizabeth Marshall Thomas’ın arazi
çalışmasından bir kayıdını paylaşarak sonlandırır. Bu hikaye kadının
tarihöncesinden günümüze fiziksel ve duygusal dayanıklılığını, sosyal bağın
gücünü ve bu bağlamda insanlaşmanın seviyesini sembolize eder.
“Salgın bir hastalık yüzünden kabilede bir dul kadın ve iki çocuğu son
derece hastadır. Kabile yaşadıkları kıtlıktan dolayı göç etmek zorunda
kalmıştır. Kabile bireyleri salgın hastalık ve yiyecek yokluğunun getirdiği zor
koşullardan dolayı hasta olan dul kadına ve onun çocuklarına yardım edecek
durumda değildir. Ancak dul kadının annesi de kabilededir. Bu tıknaz ve yaşlı
kadın dul kızını sırtına alır, bebeği göğsüne sarar ve 4 yaşındaki çocuğu ise
yan tarafına bağlar. Yaşlı anne kızını
ve torunlarını yaklaşık 70 km öteye kabilenin yeni kamp alanına taşır.
Kabileden bir gün sonra ancak yeni kamp alanına ulaşmıştır ve kızı ile
torunlarının hayatını kurtarmıştır.”
Kaynak:
Zihlman, A.L. 2012. The Real Females of
Human Evolution. Evolutionary
Anthropology 21:270-276.