1 Temmuz 2013 Pazartesi

İnsanın Yanlış Ölçümü (The Mismeasure of Man)

Merhaba Arkadaşlar, aşağıdaki kitap tanıtım yazısı Birgün gazetesinin kitap ekinin 125. sayısında yayınlanmıştı. Memleketin içinde bulunduğu şu günlerde çoğunlukla kaba milliyetçi yaklaşımlar ile ayırd edici bir farklılık olarak önümüze sürülen kültürel kimliklerimizin daha iyi anlaşılması bağlamında ve bunların tarih içerisinde oynadığı tehlikeli roller hakkında tekrar düşündürmesi amacı ile blog sayfasında yayınlamayı gerekli buldum. Daha önce okuma fırsatı olmayanlar için iyi okumalar.

 
Antropolog Michael Little bir söyleşisinde “Kendi bilim dalımın tarihi hakkında pek konuşmamayı tercih ederdim, çünkü çok mahcup olurdum ve utanırdım” der. Stephan Jay Gould’un İnsanın Yanlış Ölçümü (The Mismeasure of Man) başta antropolojinin ve daha sonra biyolojinin bu utanç verici yüzünü en çıplak hali ile gözler önüne serer. Kitap ilk olarak 1981 yılında Penguin Press, 1996 yılında bazı ekler ve düzeltiler ile Norton Press tarafından yayınlandı. Maalesef Türkçe’ye bugüne kadar kazandırılmamıştı, bu sorumluluğu üstlenen Versus Kitap’a, kitabı yayına hazırlayan sevgili dostum Murat Gülsaçan’a ve Gould’un zor yazım dili ile baş edip Türkçe’ye tercüme eden Ebru Kılıç’a değerli katkılarından dolayı teşekkürler. Kitap pek yakında raflarda yerini alacak.

Gould, Harvard Üniversitesinde biyolojik belirlenimciliğe karşı uzun yıllar ‘Sosyal bir Silah Olarak Biyoloji’ dersini vermiş, bir akademisyen ve aynı zamanda politik bir aktivist olarak yaşamını sosyal eşitsizliği, bencilliği, saldırganlığı ve genel olarak kötülüğü biyolojik geçmişimize bağlayan indirgeyici anlayışa karşı mücadeleye adamıştır. Bu kitap, insanın düşünsel yetenekleri ve sosyal davranışlarındaki çeşitliliği ırksal farklılıklara dayalı matematiksel hesaplamalar ile açıklamaya çalışan bakış açısına karşı bir paleo-biyolog tarafından yazılmış en önemli çalışmalardan biridir ve Gould’un bu soruna karşı duruşunu karakterize eden en keskin hamlesidir. Özet olarak kitabın birinci bölümünde Gould, Darwin öncesi Amerika ve Fransa’da kafatasından alınan antropometrik ölçümlere dayalı ırk tasnifleri, bilimsel ırkçılık, poligenizm, rekapitülasyon ve genetik belirlenimcilik çalışmalarına, bu çalışmalarda bilim insanlarının taraflı duruşlarına ve metodolojik aksaklıklara odaklanır. İkinci bölümde ise daha çok sosyal Darwinizm, kalıtım, zeka testlerine, yine bu çalışmaların yöntem sorunlarına yoğunlaşır ve son olarak Darwin’in bir misyoner gezisi olan Beagle serüveninde köle ticaretine ve köleliğe karşı duruşunu belli ettiği ilk makalesini irdeler. Gould, Darwin’in bilimsel ırkçılığa ve köleliğe -bireysel olarak- karşı olmasına rağmen ileri sürdüğü evrim mekanizmasının bu tür sorunların giderilmesinde herhangi bir rol oynamadığını hatta tam aksine ırkçıların ve sosyal-Darwinistlerin kendi varsayımlarına daha bilimsel bir çerçeve oluşturulmasında kullanıldığını da vurgular.

Kafatasını Ölçmek

Gould, başlangıçta okuyucuyu 19. yüzyıl Anglo-Amerikasına, özellikle antropoloji alanında ölçme ve kaba sınıflandırmaya dayalı resmi ırkçılığın korkunç dünyasına doğru bir yolculuğa çıkarır. O günün Amerikası ırkçı çalışmaların yaşayan bir laboratuvarına dönüşmüştür. Tarantino’nun yönetmenliğini yaptığı ve geçen yılın sonunda gösterime giren Django Unchained (Zincirsiz) filminden bazı sahneler kitapta anlatılan dönemi anımsatır. Filmdeki karakterlerden Afrikalı Django (Jamie Foxx) ve Alman King Schultz (Christoph Waltz), Calvin Candie’nin (Leonardo DiCaprio) plantasyonunda köle olarak çalışan -Django’nun sevgilisi- Broomhilda’yı kurtarmak üzere yola çıkarlar. Calvin Candie siyah dövüşçü almak bahanesi ile kendisini kandırıp köle kızı satın alıp kaçırmak isteyen bu ikiliye -özellikle de Alman Schultz’a- büyük bir fiziksel antropoloji dersi verir. Evde sakladığı Afrika kökenli eski bir kölelerine ait kafatasındaki bazı morfolojik özellikleri göstererek siyahların beyazlardan farklı olarak aşağı ve köle ruhlu bir ırk olduğunu -o dönemin egemen antropolojik ve frenolojik algısından aldığı güç ile- kendinden emin bir biçimde anlatır. Filmdeki bu sahne ırkçılığın toplumda özellikle de plantasyon sahibi zengin sınıf arasında nasıl yayıldığını göstermesi açısından en can alıcı sahnelerden biridir. Bu dönemin Amerika’sında ırkçılığın bilimsel sorumlularından biri de Gould’un hakkını vererek eleştirdiği kişidir: Amerikan antropolojisinin kurucu figürlerinden Samuel George Morton’dur (1799-1851).

Avrupa’da 1700’lü yılların ortalarında başlayan ırk tasnifine yönelik çalışmalar ancak 1800’lü yılların ilk yarısında Amerika’ya ulaşmıştır. Bu arada Amerika aynı zamanda kendi tam bağımsızlığını ilan etmiş ve Avrupa’nın evlatlık çocuğu olmaktan kurtulmaya çalışmaktadır; kendi ayakları üzerinde yürüyecek, kendi elleri ile çalışacak ve kendi düşüncelerini konuşacaklardır. Ancak Amerika bilim alanında halen Avrupa’ya bağımlıdır. Morton siyah, beyaz, kızıl ve sarı ırklara ait Amerikan Golgotha adını verdiği yaklaşık 1000 örnekten oluşan büyük bir kafatası koleksiyonuna sahiptir. Morton’un bu kafatasları üzerinde yaptığı analiz sonuçları 19. yüzyıl genel ırkçı önyargılar ile uyuşur. Beyazlar en büyük beyine sahip iken Malezyalılar ve Amerikan yerlileri ikinci, Çinliler ise sonuncudur. Afrika ve Avustralya yerlilerinin beyin hacimleri ise sonun da aşağısında kalmıştır. Büyük beyin zeki, yaratıcı, yetenekli ve üstün, küçük beyin ise köle ruhlu ve taklitçi davranışların belirtecidir. Morton’un çalışmaları dönemin siyasal rüzgârına da paralel olarak ona en objektif ve güvenilir bilim insanı saygınlığını kazandırmıştır. 1851 yılında Morton’un vefatından sonra varisleri Josiah Nott ve George Gliddon onun yarım kalan çalışmalarını tamamlayarak poligenizmi savunan Types of Mankind (1854) adlı kitabı yayınlarlar.

Gould, Darwin öncesi özellikle bilimsel ırkçılığa odaklanmış bu tür antropologların gerçek bilimden ziyade bireysel bakış açıları ve politik duruşlarının etkisi altında kalarak spekülasyon yaptıklarını ileri sürer. Çünkü kullanılan bilimsel yöntem araştırmacıyı kendi bireysel manipülasyonundan koruyamayacak kadar spekülatiftir. Gould bu dönemde iki farklı düşünsel ayrışmaya dikkat çeker; farklı insan ırklarının farklı türler olarak yaratıldığını (poligenesis) savunanlar ve kutsal kitaplarda yazıldığı gibi insanın Tanrı tarafından tek bir tür olarak yaratıldığında (monogenesis) kararlı olanlar. Monogenistler, Avrupalı (beyaz) olmayan ırkların zaman içerisinde Avrupalı ırktan yozlaşmış aşağı ırklar olduğunu düşünmüşlerdir. Bu dönemde, insanın farklı ırklarının olduğunun düşünülmesi Tanrı tarafından tek bir ırkın yaratılmış olduğunu tartışılır hale getirmiştir. Morton’un Amerikan yerlileri (Crania Americana, 1839) ve Mısırlılara ait kafatasları üzerinde yaptığı çalışmalar (Crania Aegyptiaca, 1944) ile ırkların çok eski tarihlerde de birbirlerinden çok farklı olduğunu, monogenistlerin önerdiği biçimde bir karakter bozulması ile aşağı ırkların oluşamayacağını ileri sürmüştür. Tarihsel süreç içerisinde ırklar arasında melezleşmeler olduysa da Morton bu melezlerin çok ender olduğunu ve olanların da kısır olacaklarını önermiştir. Bununla birlikte Lewis Henry Morgan durumu biraz daha yumuşatmış, Amerikan yerlisi ve beyaz melezi olan canlı kanıtlardan yola çıkarak “beyazlaşma” adını verdiği ırksal melezleşmenin mümkün olabileceğinden ve fiziksel olarak daha etkileyici, güçlü bireylerin ortaya çıkabileceğinden bahseder.

Morton’un çalışmaları (poligenizm) Amerika’da dönemin ırkçı ve köle ticareti politikalarını beslerken yaklaşık olarak 80 yıl sonra bu “bilimsel ırkçı” ruh daha tehlikeli bir biçimde Eugen Fischer’in bilimsel danışmanlığında Almanya’da Nazi rejiminin akıl hocalığını da yapar. Fischer’in kontrolünde gelişen insan genetiği çalışmaları Nazi partisine bir emniyet kemeri oluşturmuş ve Alman fiziksel antropoloji ve genetik bilimi Nazilerin korkunç politikalarını uygulamaları için teorik ve pratik kaynak sağlamıştır. Bu dönemde Gestapo, Security Service ve Security Squad kurumlarının lideri olan Heinrich Himmler –aynı zamanda Hitler’in de korunmasından sorumluydu- üst düzey elitlerden oluşan bir Nazi araştırma enstitüsü kurar; Ahnenerbe. Alman ırkının kökeni ve fiziksel özelliklerinin araştırılması için kurulan bu enstitüde birçok antropolog, arkeolog, biyolog, sosyolog ve diğer alanlardan bilim insanları çalışıyorlardı.

Halis Avrupalı

Hannah Arendt’e göre antropoloji bazen “şeytan-lığ-ın sıradanlaştığı” zamanlardı. Antropoloji biliminin ünlü tarihçisi George W. Stocking fiziksel antropoloji biliminin gelişiminin farklı ülkelerin uluslaşmaları ve ulusal antropoloji geleneklerine önemli derecede bağlı bir biçimde çeşitlilik gösterdiğini yazar. Gould’un kitabında bizler yani Türkiye için de alınacak çok dersler vardır. Fiziksel antropoloji Cumhuriyet devriminin ardından ulus-devlet oluşturma sürecinde “Türk’ün” ırksal özelliklerini belirleyip, gelişmiş medeniyetler içerisinde bu ırkın hakettiği yeri alabilmesi için ithal edilir. Beyaz ırkın dışındaki ırkların aşağı görüldüğü bu dönemde Türk’ün Asyalı mongoloid (sarı) ırka sınıflandırılması kabul edilememiştir. Bu nedenle Atatürk’ün manevi kızı Afet İnan, bir devlet projesi olan doktora çalışması için yaptığı antropometrik saha çalışmalarında binlerce (64.000) Anadolu insanını neredeyse çok kısa denebilecek bir sürede ölçmüş ve Türk ırkının ırksal özelliklerini belirlemeye çalışmıştır.

1939 yılında Cenevre Üniversitesi’nde tamamladığı ve 1947 yılında Türk Tarih Kurumu tarafından Türkçe’ye kazandırılan çalışmasının sonuçlarını şu şekilde özetler: “Türkiye'de yaşayan halkın çoğunluğu orta boyludur. Kafa karineleri bakımından ekseriyet kısa (brakisefal) kafalıdır, gözler muntazamdır, mongoloit (Asyalı) tesir pek azdır. Burunlar düzdür. Cilt nadiren çok esmerdir. Gözler ekseriyetle açık ve orta renktir. Saçların da çoğunluğu orta, yani kestane rengindedir. Şu halde Türkiye halkı umumiyetle "Homo alpinus” denilen Avrupa'nın büyük beyaz ırkına mensuptur... Netice olarak, evvelâ bugün Türkiye'de oturmakta olan halkın, maddî delillere dayanarak, ilmî metotlarla, antropoloji âleminde yeri tespit edilmiş ve milletlerarası antropometri listelerinde Türklerin hakikî yeri tayin edilmiş, Türkiye'de bir ırk birliğinin mevcut olduğu anlaşılmış bulunmaktadır” der. Kimi araştırmacılar Türkiye’de gerçekleşen bu ölçüm çalışmalarının etnik (ayrımcı-ırkçı) değil antropolojik (bilimsel) olduğunu iddia etseler de bir devlet siyaseti ve bilimi olarak fiziksel antropolojinin eski yöntemleri ile egemen bir “ırk” ve “ırkçılık” yaratılmış olduğu gerçeği görmezden gelinemez. Böylece Türk ırkı “bilimsel” olarak kurgulanmış ve devletin resmi ideolojisi sosyolojinin ve kültürel antropolojinin dışlanması ile biyolojik belirlenimci bir içeriğe sahip olmuştur. Irksal ölçekte Avrupa’ya –beyaza- dahil olan Türk, toplumsal ölçekte de bu seviyeye ulaşabilmeliydi. Bunun üzerine devlet, özellikle sosyal ve biyolojik hijyen araçları olarak sosyal Darwinizm ve öjeniği toplumun yeniden (dil, cinsiyet, beden, sağlık, doğum, giyim-kuşam, ahlak v.b. alanlarda) tasarlanmasında kullanır.

Gould kitabın geri kalan bölümünde ırklar arası zekâ seviyesi farklılığı olduğunu biyolojik ve matematiksel hesaplamalar ile belirlemeye çalışan bakış açısına karşı savaşır. Özellikle Goddard’ın 1900’lü yılların başlarında yaptığı IQ (Intelligence quotient: zekâ oranı) testinde İtalyan, Yahudi ve Rus’ların büyük bir bölümünü “yüksek derecede özürlü” ya da “moron” olarak belirlemiştir. Bu bölümde Darwin’in kuzeni ve modern istatistiğin kurucularından Francis Galton’dan Amerikan IQ testlerinin başlatıcısı Lewis Terman’a, Robert B. Bean’a ve Fransız antropolojisinin kurucularından Paul Broca’ya varan bir tarihsel alt yapı ile IQ, kafatası anatomisi ve ölçümleri arasında ilişki kuran antropologları, psikologları ve doktorları tartışır. İnsanlar arasındaki sosyal ve anatomik eşitsizliğin bilimsel uydurmaları 1900’lü yılların başlarında Darwin’in evrim kuramının genel kabul görmesi ve Mendel genetiğinin yeniden keşfedilmesi ile antropometri ve kraniyometri çalışmalarından genetik çalışmalara doğru zemin değiştirir. Gould, özellikle zekanın kalıtımsal olduğunu iddia eden dönemin en ünlü çalışmalarını (psikolog Cyril Burt’ın, Spearman’ın, Thurstone’un, ve The Bell Curve (Çan Eğrisi) adlı çalışma ile bilinen Herrnstein ve Murray’in analizlerini mercek altına alır.

Gould son bölümde Darwin’in bilinmeyen bir tarafını bizlere gösterir. Bir misyoner faaliyeti olan Beagle serüveninde Darwin uğradıkları ülkelerde köleler ve kölecilik ile bir iç hesaplaşması yaşar. Bununla birlikte Darwin’in çok düşük düzeyde de olsa sosyal Darwinizme ortak olduğunu gösteren mektupları mevcut; Heinrich Fick’e yazdığı bir mektupta ılımlı ve tutumlu bir işçinin düşüncesiz, boş gezen, sarhoş alkoliklere oranla üremede ve hayatta kalmada daha başarılı olacağını belirtmiştir. Darwin ırk değil sınıf temelli bir sosyo-biyolojik yaklaşıma sahip olmuştur. Buna karşın sınıf temelli biyolojik belirlenimcilik -Malthus ve Adam Smith’in öğretileri ile- gelecekte sınıflar arası sosyo-ekonomik eşitsizlik üzerine kurulu daha büyük bir felakete yol açacaktır.

Amerika’da biyoloji ve fiziksel antropoloji tarafından desteklenen bilimsel ırkçılığa en büyük darbe biyolog Dobzhansky’nin arkadaşı antropolog Sherwood Washburn tarafından gelir; Washburn, biyolojiden Modern Evrimsel Sentezi fiziksel antropolojiye entegre ettiği (1951yılı) manifestosunda ırktan popülasyona, kategorizasyondan karakterlerin fonksiyonuna, tipolojiden plastisiteye, kaba sınıflandırmadan evrimsel dinamiklere, kalıtım spekülasyonlarından genetik çalışmalara ve insanlığa ırkçı bakış açısından ziyade türün ortak evrimsel geçmişine atıf yaparak fiziksel antropolojinin metodolojisini değiştirmiş ve inter-disipliner bir bilim olarak yeniden tanımlamıştır.

Gould’un bu eseri birçok üniversitede -antropoloji, sosyoloji ve biyoloji gibi bölümlerde- ilgili derslerde okuma listelerinde sürekli yer alır. Gould tarih, olaylar, kişiler, kanıtlar ve analizler ile bilgi dolu bir okuma sunmaktadır. Bazen matematiksel hesaplamalar okumayı güçleştirse de konunun çekiciliği ve önemi daha baskın gelmektedir. Gould’un –özellikle Morton hakkında- saptamalarına farklı çevrelerden eleştiriler ve düzeltiler de geldi. Ancak Gould’un bu kitap ile yapmak istediği uyarı, sosyal canlılar olarak düşüncelerimizin ve davranışlarımızın kültürel ve sosyal etmenlerden biçimlendiğini düşünmek yerine bunun bir eşitsizlik gerekçesi olarak biyolojik farklılıklarımızdan kaynaklandığını düşünmenin tarihteki korkunç örneklerine dikkat çekmektir. Bu anlamda İnsanın Yanlış Ölçümü okunmayı fazlasıyla hak eden bir eser. İyi okumalar!

30 Haziran 2013 Pazar

Türkiye’de Biyolojik Evrim Kuramı Eğitim-i-sizliği!



Merhaba Arkadaslar, aşağıdaki yazı Jeoloji Mühendisleri Odası'nın periyodik yayını olan Haber Bulteni dergisinin 2013/1 Nisan sayısında yayınlanmıştır. Ancak derginin mizanpajı sırasında ilgili kişi şekillerin numaralandırması ve metin içindeki yerleşimleri konusunda bazı küçük hatalar yapmış. Ben kendi blog sayfamdan sizlere düzeltilmiş biçimini daha rahat okumanız için ekliyorum. İyi okumalar.

 Nothing in biology makes sense except in the light of evolution.
(Evrimin aydınlığı olmadan biyolojide hiçbir şey anlamlı değildir.)
Theodosius Dobzhansky

Uluslararası bilim eğitimi standardını yakalamış bazı ülkelerde –özellikle İskandinav ülkelerinde- doğa ve yaşam bilimleri eğitimi evrim kuramı kapsamında ve çerçevesinde öğretilmeye çalışılmaktadır. Yani evrim kuramı biyoloji ders kitaplarında belli dönemlerinde öğretilen darlaştırılmış bir konu değil tam aksine bütün doğa ve yaşam bilimlerini kapsayan temel bir çerçeve olarak düşünülmüştür. Buna karşın Türkiye’nin de içinde olduğu birçok ülkede ise evrim eğitimi genel bilim eğitimi standartlarının çok gerisinde kalmıştır. Bunun temel nedeninin sadece pedagojik olarak yetersiz olunması değil özellikle evrim eğitimi ve genelinde doğa-yaşam bilimleri eğitiminin –çoğunlukla- dini kaygılar nedeniyle politik olarak engellenmiş ve sansürlenmiş olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Bu engelleme 1980 darbesinden sonra zirve yapmış olsa da özellikle 1950’li yılların başlarından itibaren resmi olarak başlatıldığını söylemek mümkün. Dışardan bir eğitim problemi olarak görülse de genel olarak ülkenin diğer birçok alanda –ekolojik kriz, kadın hakları, insan hakları, düşünce özgürlüğü, akademik özgürlük, işçi hakları, çevre kirliliği vb.- yaşadığı demokratikleşememe yeteneksizliğinin bir parçası olarak değerlendirmenin daha bütünsel bir bakış açısı kazandırabileceğini düşünüyorum. Özellikle bu sorunun çözümü konusunda eğitim müfredatını belirleyen hükümet politikalarına ve bürokrasisine karşı bilimsel ve siyasal tavrın yetersiz olduğu aşikâr olsa da son yıllarda yükselen nitelikli sesleri -örnek çalışmaları dikkate alarak- bu yazı aracılığı ile duyurmayı deneyeceğim. Özellikle yazının ilerleyen bölümlerinde bahsedeceğim  Öztürkler, R.N., 2007; Apaydın ve Sürmeli, 2009; Peker ve diğ., 2010; İrez ve Özyerel Bakanay, 2011 ve Kaya, F., 2012 çalışmaları Türkiye’de evrim eğitimi probleminin ciddiyetinin anlaşılması açısından son derece önemli bilgiler vermektedir.

            Apaydın ve Sürmeli (2009) çoğunlukla Marmara ve Karadeniz bölgesinde yer alan universitelerde (fen bilgisi öğretmenliği, matematik öğretmenliği, sınıf öğretmenliği, okul öncesi eğitim, sosyal bilimler eğitimi ve biyoloji bölümlerinde) öğrenim gören toplam 849 öğrenci üzerinde biyolojik evrim kuramının kabulü ve anlışabilirliği hakkında bir anket gerçekleştirdi. Bu anket çalışmasında araştırmacılar özellikle bu konuda etkili olacağını düşündüğü fakültelerin ders programı ve eğitim müfredatları ile katılımcıların mezun oldukları lise ve ailelerinin sosyo-ekonomik özelliklerini de dikkate aldılar. Anket sonuçları öğrencilerin ezici çoğunluğunun evrim kuramının bilimsel gerçekliğini kabul etmediğini gösterdi. Bununla birlikte bu oran matematik bölümü öğrencilerinde diğerlerinden daha yüksek çıktı. Ancak aileleri evrim kuramını kabul eden öğrencilerin ise çoğunlukla evrim kuramını kabul ettikleri gözlemlendi. Ayrıca diğer bir ilginç sonuç ise ebeveynleri düşük eğitim seviyesinde olan öğrencilerin kuramı kabul oranının ortalama olması. 

           Peker ve diğ.’lerinin  (2010) çalışması ise yukarıda bahsettiğim çalışma ile benzer ancak örneklem sayısı (1098) daha fazla. Bir önceki çalışmadan farklı olarak yazarlar makalenin başlangıcında -yazının ilerleyen bölümünde değineceğim- evrim eğitiminin tarihsel ve politik arka planını detaylı bir biçimde tartışıyorlar. Bu çalışmada araştırmacılar 11 devlet üniversitesinden biyoloji, biyoloji öğretmenliği ve fen bilgisi öğretmenliği bölümü lisans öğrencilerini 1. ve 4. sınıflar olmak üzere farklı iki basamakta ankete tabii tutarak özellikle bu bölümlerde evrim eğitiminin kalitesini ve öğrencilerin bilincinde ne gibi değişiklikler yarattığını irdeliyorlar. Aynı zamanda erkek ve bayan öğrencileri gruplandırıp sosyo-ekonomik yapılarını göz önüne alarak değerlendiriyorlar.  Sonuçlar şaşırtmıyor, beklenildiği gibi düşük (Şekil 1). Bununla birlikte biyoloji bölümü ve eğitim bölümlerindeki 1. sınıf öğrencileri arasında sonuçlar önemli derecede farklıyken bu durum bütün bölümlerin 4. sınıf öğrencileri arasında dikkate değer bir fark göstermiyor. 1. sınıf öğrencilerinin evrim kuramının kabulüne verdikleri cevaplar arasında “ret, kararsız ve kabul” yüzdeleri dağılımına bir göz atarsak kararsızların oranının yüksek olduğunu görüyoruz. 4. sınıfta yani öğrenciler 4 yıllık fakülte eğitimi aldıktan sonra “ret” sayıları azalıyor ancak reddetmekten vaz geçen öğrencilerin “kabul” etme değil daha çok “kararsız” durumda kaldıklarını görüyoruz. Bu durum 4 yıllık biyoloji, fen bilgisi öğretmenliği ve biyoloji öğretmenliği eğitiminin evrim kuramının kabulü bağlamında öğrencilerin bilincinde çok önemli değişiklikler meydana getirmediğini, hatta başlangıçta “kabul” düşüncesi ile gelenleri de “kararsız” durumda bıraktığı sonucuna ulaşıyoruz. 


Sekil 1
  Peker ve diğ.’leri bu anket çalışmasına lise düzeyindeki orta öğretim öğrencilerini de eklemişler. Lise öğrencilerinin evrim kuramını anlama ve kabul oranları üniversite öğrencilerine göre daha iyi oranlarda (örneklem sayısının liseler arasında çok farklı olduğunu belirtmek lazım, makalede düz liselerde 816, Anadolu Lislerinden 223 öğrenci ile anket yapılırken Öğretmen Lisesinden 3, Yatılı Liseden 9, Anadolu Öğretmen Lisesinden 23 ve Fen Lisesinden 7 öğrenci ile anket yapıldığını da eklemek lazım, bu nedenle sonuçlar görünenden farklı değerlendirilmeli) (Şekil 2). Bununla birlikte liseler arasında evrim kuramını “anlama” ve “kabul” oranlarında tuhaf bir durum var. Anadolu Lisesi ve Anadolu Öğretmen Lisesinin “anlama” oranları Düz Lise, Yatılı Lise ve Öğretmen Liselerinden yüksek iken “kabul” oranları daha düşük. Bunun nedeni örneklem sayısından kaynaklanıyor olabilir ya da öğrencilerin evrim kuramını anladıkları ve bu nedenle kabul etmedikleri de yorumlanabilir. Hepsi bir tarafa sonuçlar bütün olarak değerlendirildiğinde hiç iç açıcı değil. Üniversite dersliklerine liseden yetersiz bir biyoloji ve evrim eğitimi ile gelen öğrencilerin 4 yıllık fakülte eğitimi boyunca bu eksikliklerini gideremediği hatta kabul oranlarının da düştüğünü anketler sonucunda anlıyoruz. 

Sekil 2
 Diğer bir önemli araştırma ise İrez ve Özyeral Bakanay (2011) tarafından yayınlandı. Bu çalışma biyoloji öğretmen adaylarının evrim kuramına kabul durumu ile bilimin doğası ve nasıl çalıştığı konusundaki bakış açılarını sınayan bir anket ve analiz çalışması. Böylece evrim kuramını kabul veya reddeden öğretmen adaylarının bilimin ne olduğu, bilimsel bir problemin nasıl çözüldüğü gibi bilimin direk doğası ile ilgili olan konular hakkındaki yaklaşımları irdelendi. Kısacası evrim kuramını “kabul ediyorum” ya da “reddediyorum” ancak bilimin gerçekten ne olduğunu ve nasıl çalıştığını “biliyor muyum” arasındaki ilişkiyi aydınlatabilmeyi hedefleyen bir çalışma. Araştırmacılar biyoloji öğretmenliği bölümünden 4. ve 5. sınıf öğrencileri yani biyoloji eğitimini tamamlamış sadece pedagoji dersi alanlar üzerinde hem sözlü hem de yazılı anket çalışmasını gerçekleştirdi. Sorulan soruların içeriği 4 farklı boyuttan oluşuyor, evrim kuramının güvenilirliği, kuramın bilimsel gerçekliği, kanıtın bilimsel doğası ve yaşamın çeşitliliği. 1. boyut sorularında öğretmen adaylarının %48’i kuramın spekülasyon olduğunu ve bilimsel gözlem ve deneylerle dayanmadığını tercih etti, %37.6’sı yeterince kanıt olmadığını, %52’si de varolan kanıtların evrim kuramının gerçekliğini kanıtlamada belirsiz olduğunu belirtti. Geriye kalanların çoğunluğu kararsız ve en düşük oran ise olumlu cevap verenler. 2. boyut sorunlarına %44 evrim kuramının bilimsel bir teori olduğunu seçerken %36 red ve %20 kararsız kaldı. Bilim insanlarının çoğunun evrim teorisini bilimsel ve gerçek bir teori olarak kabul ettiği sorusunu %32 kabul edereken %45.3 red ve %22.7 kararsız olduğunu belirtti. 3. boyut sorularında evrim teorisinin yaşayan canlılar hakkında test edilebilir hipotezler ürettiği sorusunu %56 kabul, %22,7 ret ve %21.3 kararsızı işaretledi. 4. boyut sorularında yaşayan organizmaların milyon yıllar içinde evrimsel süreçlerin bir ürünü olduğu sorusuna ilginç olarak %54.7 kabul, %32 ret ve %13.3 kararsız kaldı. İnsanın tarih öncesinde de şu anki biçimi ile varolduğu sorusuna ise %54.4 kabul, %36.3 red ve %9.3 kararsız cevaplarını verdi. Son soru, evrim teorisi canlıların sahip olduğu çeşitli karkaterlerin ve davranışların nedenini ve anlamını cevaplandırır sorusuna ise %52.7 kabul, %32.5 red ve %14.8 kararsız seçeneklerini işaretledi. Genel olarak ortaya çıkan tablo geleceğin biyoloji öğretmen adaylarının evrim teorisini kanıtlara dayanan bilimsel ve güvenilir bir teori olmadığını düşündüğü, bununla birlikte bazı kritik sorulara verilen cevapların evrim kuramı ve bilimin doğası hakkında çelişkili cevaplar vererek evrim ve bilimin ilişkisi bağlamında öğrencilerin yetersiz kaldıkları gözlenmiştir. Sonuç olarak öğrencilerin bilimin ne olduğu, bilimsel bir problemin nasıl çözüldüğü ve bilimin temel çalışma prensipleri hakkında yeterince bilgi sahibi olmadıkları anlaşılmaktadır. Bu durumda evrim kuramını bilimsel ve güvenilir bulmamaları sanırım sürpriz bir sonuç olmasa gerek.

R. Nazlı Öztürkler (şimdiki soyadı ile Somel) yüksek lisans (2004) çalışması kapsamında Ankara’da görev yapan 147 biyoloji ve fen bilgisi öğretmeninin evrim kuramını derslerinde nasıl işlediğini anlamak amacı ile bir anket gerçekleştirdi. “Evrim kuramı konusundaki görüşünüz nedir?” sorusuna bu öğretmenlerin yarıdan fazlasının evrim kuramını benimsemediği ortaya çıktı. Ayrıca Öztürkler, yeni mezun olan ögretmenlerin ve hizmet süresi daha uzun olan 20 yıl ve üstü öğretmenlerin cevaplarının farklılığında anlamlı bir ilişki olduğunu belirledi. Hizmet süresi 20 yılın üzerinde olan öğretmenlerin %55’i evrimin bilimsel gerçekliğini kabul ederken hizmet süresi azaldıkça bu yüzde düşmektedir, buna göre genç öğretmenlerde evrim kuramını kabul oranı yaşlı öğretmenlerden daha düşük. Öztürkler bu durumun tarihsel bir anlamı olduğunu, özellikle 1980 darbesinden sonra ve önce eğitilmiş öğretmenler arasında önemli bir eğitim altyapısı ve politikası farklılığı olduğunu ileri sürdü. 

Evrim teorisinin eğitimi ve kabul oranları hakkında öğrenciler üzerinde yapılan araştırmalar bizleri beklenen üzücü sonuçlar ile karşılaştırıyor. Uzunca bir süredir özellikle dindar ve muhafazakâr çevreler tarafından evrim teorisi ve yaratılşıçılık arasında yaratılan sahte ve politik çatışma hemen hemen herkesi bu konuda değişik düzeylerde bilgi sahibi yaptı. Başka bir bilimsel teorinin değil de evrim teorisinin hatırı sayılır bir devlet ve bürokrasi desteği ile bu kadar önemli bir hedef haline getirilmesinin bir açıklaması olmalı. Bunu anlamak için sanırım işin biraz tarihi detaylarına girmekte fayda var. Bu nedenle biyolojik evrim anlayışının bugün anladığımız içeriği ile resmi olarak ülkemize girişi yani Cumhuriyet dönemi ile başlamak yerinde olacak. Bilim ve Gelecek dergisinin 87. sayısında ve 20 Mayıs 2012 tarihli Birgün gazetesinde R. Nazlı Öztürkler Somel’in Türkiye’de evrim kuramı eğitimi tarihini anlatan yazıları bu konunun politik problemlerine de dikkat çekiyor. Bu çalışmalardan esinlenerek Cumhuriyet dönemini 1923 ile 1950, 1950 ile 1980 ve 1980 ile günümüz olmak üzere farklı zaman dilimlerine ayırıp önemli olaylara değinerek özetlemeyi düşünüyorum. 

Osmanlının son yıllarında evrim teorisine özellikle Darwinizm ve Lamarkizm eksenli olmak üzere Ahmet Mithat Efendi, Suphi Ethem, Abdullah Cevdet ve Ethem Nejdet tarafından değinilmiştir. Ergi Deniz Özsoy, Türkiye’de evrim kuramının tarihsel gelişimi içerikli yazdığı bir makalede, 1913 yılında bir öğretmenin Kastamonu’da bir lisede evrim kuramını öğrettiği için aynı lisenin Arapça öğretmeni tarafından idareye şikâyet edilmiş, ancak buna karşı gelen matematik öğretmeni ile bazı öğrencilerin büyüyen tepkisinden dolayı kolluk kuvvetleri tarafından öğretmenlerin tutuklandığından bahsediyor  (Özsoy, 2011). Bu olay 1925 yılında Amerika’da meydana gelen ünlü Scopes Maymun Davası’ndan –lise öğretmeni John Scopes evrim kuramını öğrettiği için dava edilir, evrim ve yaratılış tartışmasının temel bir örneğidir-  bile daha önce gerçekleşmesi nedeniyle önemli olduğunu düşünüyorum. Mahkeme sürecine taşınmamış olsa da evrim karşıtlığının kökeninin daha eskilere gittiği ve özellikle Arapça öğretmeni tarafından gerçekleştirilmiş olması dindar çevrenin bilim eğitimi üzerindeki manipülasyon gücünü göstermesi açısından manidar. 

Osmanlının çöküşü ve beraberinde gerçekleşen Cumhuriyet devrimi evrim kuramı eğitimi bakımından birçok yenliğe ve değişikliğe zemin hazırladı. Özellikle Atatürk’ün bir ulus devlet oluşturma çabası içinde yeni bir toplumu yaratma sürecinde tanıştığı antropoloji bilimi evrim eğitiminin gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Antropoloji bilimi kurulur kurulmaz tıp ihtisasına sahip antropolog adayları Avrupa’ya önemli antropoloji laboratuvarlarında eğitilmek üzere gönderilir. Bölümün kurulması ve yabancı devletlerde eğitim almış antropologların ülkeye dönmesi ile birlikte ilk antropoloji dersleri de başlamıştır. Bu dersler çoğunlukla insanın kökeni, antropometri (antropolojik ölçüm teknik ve metotları) ve prehistorya konularında yoğunlaşmıştır. Doğanın ve insanın evrimini içeren ilk ders kitapları bu dönemde yazılmıştır. Ayrıca biyoloji bölümünün de kurulması ile birlikte özellikle Galip Ata’nın yazdığı Darwin biyografisi ile evrim kuramı resmi olarak ülkemizde eğitilmeye ve tanıtılmaya başlamıştır. 1930’lu yıllarda biyoloji ders kitapları doğanın tarihi ve canlıların evrimini detaylı bir biçimde içermektedir. Ayrıca Almanya’dan Nazi baskısından kaçan birçok Yahudi ya da Alman bilim adamı Türkiye’de birçok bilimin kuruluş aşamasında sahip oldukları deneyimleri aktararak önemli roller oynamışlardır. Örneğin Curt Kosswig biyoloji biliminin kurulmasına katkıda bulunmuştur. 1939 yılı Biyoloji II ders kitabını içeriğine göre evrim teorisini çok detaylı şekilde işlendiğini ve ilk bölümlerden anlaşılacağı üzere işe –günümüz modern biyoloji kitaplarında olduğu gibi- yaşamın çeşitliliği ve canlıların evrimini anlatarak başlandığını,  ardından yaşayan canlıların ve çevrenin biyolojik özelliklerine geçildiğini görüyoruz (Şekil 3a,b,c). Günümüzde uluslararası standartlara sahip birçok modern biyoloji ders kitabı da hemen hemen benzer içeriği takip etmektedir. Peki ne oldu da Türkiye evrim teorisi eğitimi konusunda bu çizgisinden şaştı ve 2012’de olmamıza rağmen 1930’lu yıllardan daha da geriye gitti? 1940’lı yılların başından itibaren ders kitaplarında bazı değişiklikler yapılmaya başlanmış ve özellikle doğa tarihi, canlıların evrimi kısımları sansürlenmiştir. 1950 yılında çok partili döneme geçilmesi ile dini bakımdan muhafazakâr politikalar güçlenmiş, Demokrat Parti iktidara gelmiş ve ilk iş olarak 1954 yılında köy enstitüleri kapatılmıştır. Köy enstitüleri uygulamalı eğitimin verildiği ve bilimin doğasının ve işleyişinin öğrencilere pratik deneyimler ile kazandırıldığı bir projeydi, o nedenle özellikle biyoloji gibi yaşam ve doğa bilimlerinin eğitimi daha etkiliydi. 1960 yıllar ile birlikte muhafazakâr cemaatlerin güçlenmiş ve özellikle Fethullah Gülen grubu sesini duyurmaya başlamıştır. Gülen biyoloji kitaplarını hedef alarak 1960 yılında yaptığı bir konuşmasında ”…liselerde okutulacak biyoloji kitaplarını, biyokimya kitaplarını, Allah’ın adıyla bizim adamlarımız, dinimize, kökenimize inanmış, bağlı kimseler hazırlasınlar…” der (Öztürkler Somel, 2005).  60’lı yılların ortalarında Adalet Parti’si yönetimi ele alır ve 70’li yıllarda temel amaç “Türk-İslam kültürünün aşağılanan unsurlarının çıkarılması, İslami değerlerin öne çıkarılması ve pozitivizmin dışlanması...” haline gelir ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın belirlediği tek kitap rejimine geçilir. 

Sekil 3a. 1939 yılı Biyoloji II ders kitabı icerigi


Sekil 3b. 1939 yılı Biyoloji II ders kitabı icerigi
 
Sekil 3c. 1939 yılı Biyoloji II ders kitabı icerigi

1980 darbesinden sonra Türkiye artık dini muhafazakârlığın siyasi yaşamda aktifleştiği ve kaba ırkçılığın ve milliyetçiliğin egemen olduğu bir döneme girmiştir. Bu atmosfer ilkokuldan yükseköğrenime eğitimin her alanını gerici politikalar ile biçimlendirmiş, uluslararası eğitim standartlarından izole etmiştir. Yükseköğretim Kurulu’nun kurulması ile birlikte özellikle akademisyenler ve üniversite öğrencileri sistematik ve politik olarak kontrol altına alınmış, üniversite eğitimi tek merkezden yönetilmeye başlanarak akademik özgürlük bitirilmiştir. 1985 yılında dönemin eğitim bakanı Vehbi Dinçerler sürpriz bir biçimde merkezi Amerika’da olan Yaratılış Araştırma Enstitüsü’nü (Institute for Creation Research) Türkiye’ye bir konferans için davet eder (Şekil 4 ve 5). Böylece Hıristiyan ve Müslüman iki farklı ülkenin dindarları İncil ve Kuran’da benzer olan Yaratılış efsanesinin Türkiye’de biyoloji ders kitaplarına evrim teorisine alternatif olarak girmesi için kafa kafaya verirler (Kence, 1998). Böylece 1980 darbesi sonrası hükümeti, Türkiye’de dinin siyasallaştırılarak eğitim alanına müdahale etmesini sağlar. Ardından evrim karşıtı hükümet destekli bir hareket başlar. Harun Yahya gibi bilim (evrim) karşıtları da bundan sonra ortaya çıkar. 1990’lar artık Yaratılış efsanesinin biyoloji ders kitaplarına bilimsel evrim kuramına alternatif olarak girdiği dönem olmuştur. Hatta Yaratılış, evrim kuramına bir alternatif olmanın ötesine geçmiş, ders kitaplarını hazırlayan komisyon 1992 yılı biyoloji ders kitabında açıkça kendi politikalarını yansıtmışlardır; “Günümüzde biyoloji ile ilgili birçok bilim adamı, hayatın çeşitliliğini, bir hücre içinde geçen hayat olaylarının olağanüstü nizamını ve kâinatın çok ince bir düzenle işlediğini görerek, Allah’ın varlığını idrak ettiklerini belirtmişlerdir”. Fethullah Gülen grubundan akademisyenlerin yazdığı Alternatif Biyolojiye Doğru adlı kitaptan kısa bir alıntı “... bu hesaba göre Hz. Adem'in boyunun yaklaşık 30 metre civarında olduğu söylenebilir.... Ağaçların 200 metre olduğu, dinazorların yaşadığı dönemde bizim gibi ufak tefek insanların yaşadığını düşünme, hayat mücadelesi açısından insan ters gelir. Kocaman kertenkelelerin, dev dinozorların yanında öyle insanların olması gerekir ki hayatla mücadelede mevcudiyetini koruyup neslini sürdürebilsin.” (Öztürkler Somel, 2007). Bu kitap Gülen tarafından ödüllendirilmiştir; “Alternatif Biyoloji, genç ve gayretli ilim adamlarımızın göz nuru ve yorucu çalışmalarının mahsulü. Biz, bütün gönlümüzle bu mübarek çalışmayı takdirle karşılıyor ve alkışlıyoruz. Ne var ki, günümüzde zıvanadan çıkmış bilim telakkisinin yeniden hakiki yörüngesine oturtulabilmesi için, bilimin değişik dallarında bunun gibi daha yüzlerce telifata ihtiyaç var.” (Öztürkler Somel, 2007). 2000’li yıllar artık AKP iktidarının yaşamın her alanına damgasını vurduğu ve evrim eğitiminin de bundan nasibini aldığı talihsiz bir dönemdir. Dönemin Milli Eğitim bakanı Hüseyin Çelik, “...Darwin teorisi yapısı dolayısı ile ateistlerle deistlerin dünya görüsüyle birebir örtüşen bir görüştür. Akıllı tasarım ise dinlerin yaratılışla ilgili görüşleriyle birebir örtüşür.” ...Darwin teorisi ateist fikirlerle örtüştüğü için bu bir ateist propagandasıdır bu kitaba girmemelidir demek ne kadar yanlışsa akıllı tasarım semavi dinlerin ilahi kitapların yaratılışla ilgili fikirleriyle örtüşüyor diye bunu yok sayamayız. Gallup Enstitüsü Türkiye'de bir araştırma yapmış, yapılan araştırmada ateist 1%.” ... bu 1% ile Darwin'in görüşleri örtüşüyor ama AT 99% olan insanların görüşleriyle örtüştüğü zaman bu bir dini telkindir diyemezsiniz.” (Öztürkler Somel, 2007) şeklinde açıklamalarda bulunmuş ve evrim eğitimini sansürlemeyi bir kenara bırakın bu kuramı kabul edenleri de ateist, dinsiz ve tehlikeli insanlar olarak hedef göstermiştir. 

Sekil 4. (Kence, 1998)

Sekil 5. (Kence, 1998)

 Üniversitelerde de evrim eğitiminin varlığından bahsetmek çok zor. Sadece birkaç üniversite –akademik kadrolarından kaynaklı- bu konuda kendini kurtarmış sayılabilir. Ülkemizde 108 devlet üniversitesi içinde yaklaşık olarak 73 tanesinde biyoloji bölümü var ve sadece 40 tanesinde evrim dersi mevcut. Bu ders ise ya 2 ya da 3 kredi ve birçoğunda da zorunlu değil, seçmeli. Yaklaşık 6 tane devlet üniversitesinde Moleküler Biyoloji ve Genetik bölümü var ve sadece 1 tanesinde evrim dersi mevcut. Türkiye’de 62 özel üniversite var sadece 2 tanesinde biyoloji bölümü var, ikisinde de evrim dersi programda yer almıyor. Ayrıca 10 özel üniversitede Moleküler Biyoloji ve Genetik bölümü var, tahmin edin kaç tanesi evrim dersi veriyor, hiçbiri. Bununla birlikte az sayıda olan antropoloji bölümlerinde –biyoloji bölümlerinden iyi de olsa- durum çok da parlak değil. Türkiye’de 11 devlet üniversitesinde antropoloji bölümü var ve sadece 5 tanesinde evrim dersi ve 6 tanesinde insan evrimi dersi verilmekte. Özel olan antropoloji bölümlerinin sayısı ise –muhtemelen- 2 ve ikisinde de ayrı bir evrim dersi yok iken insan evrimi dersi mevcut (Şekil 6) (Kaya, 2012). Üniversiteleri bu durumda olan bir ülkenin ortaöğretiminden kaliteli bir bilim (evrim) eğitimi beklemek sanırım çok gerçekçi olmaz.

Sekil 6. (Kaya, 2012)
 Milli Eğitim Bakanlığı'nın belirlediği ve şu anda okutulan biyoloji ders kitaplarında canlıların kökeni ve evrimine dair açıklamaların sadece Yaratılış mitosu ile anlatıldığını söylemek mümkün. Evrim kuramının önemli bir parçası olan insan evrimi müfredatta yer almamaktadır. Türkiye’de eğitim gören bütün öğrenciler modern evrim kuramı ve insan evriminin bilimsel tarihini öğrenemeden eğitim almaktadırlar. Canlılığın oluşumu ve insanın evrimi sadece Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinde Yaratılış mitosu çerçevesinde anlatılmaktadır. Türkiye eğitim sisteminde ilk evrim dersi 8. sınıfta çok kısa ve yetersiz bir biçimde verilirken, canlıların ve insanların kökenine dair açıklamanın 4. sınıf din kültürü ve ahlak bilgisi dersinde ve takip eden yıllarda diğer din derslerinde yoğun bir biçimde verilmesini iyi analiz etmek gerekir. Dindarlar ve evrim karşıtlarının biyoloji ders kitaplarında Yaratılış efsanesini evrim teorisine alternatif olarak okutulmasına dair dem vurdukları eşitlik önerisi politik bir gösteridir, zira zaten Yaratılış efsanesi 4. sınıftan itibaren henüz çok küçük yaşta olan çocuklara ciddi bir biçimde öğretilmekte ve benimsetilmektedir. Yani içerisinde evrim kelimesi geçen ilk ders konusundan 4 yıl önce çocuklar Yaratılış efsanesini henüz miniciklerken beyinleri yıkanarak öğrenmektedirler. Şekil 7’de gördüğünüz sayfa MEB 4. sınıf din kültürü ve ahlak bilgisi kitabının 24. sayfasıdır ve orda yazılanları anlayabilen bir çocuğun neden daha basit ve somut olan evrim kuramını anlayamayacağını merak ediyorum. Evrim kurmanın o yaşta öğretilmesinden bahsetmiyorum zira bu pedagogların ve psikologların vereceği bir karar ancak bu kadar ağır din dersi verilmesinin sağlıklı ve doğru olduğunu kim söyleyebilir? Bu din dersi kitabı grafikleri, şekilleri ve anlatım dili ile o kadar stratejik hazırlanmış ki aslında farklı bir sorunu orataya çıkarıyor. Ayrıca toplum içerisinde iyi ahlaklı ve faydalı bir birey olmanın yegane yolunun inançlı bir insan olmakla mümkün olduğu dayatılmaktadır. Evrim karşıtları tarafından politik olarak inançsızlık ile bütünleştirilmiş evrim kuramı ise bu eğitimden geçen çocuklar için ahlaksızlık ve kötü insan olmakla eş tutulmaktadır. Radikal gazetesinin 04.03.2013 tarihli Kur’an’dan Alıntılarla Evrim Teorisi başlıklı haberinde, ODTÜ Biyogen Evrim Ağacı Grubu’nun farklı şehirlerde düzenlediği “Türkiye Evrimle Tanışıyor” seminerlerinin İzmir bölümünde okul öğretmenlerinin bu tür seminerlere öğrencilerin katılmasını istemediği ve hatta kendi derslerinde de evrim kuramı hakkında öğrencilerin sormaları ve öğrenmek istemelerine rağmen konuşmak istemediklerini ve konuyu geçistirdiklerini belirtiyor. Hatta bir 9. Sınıf öğrencisi, “Okulda evrimle ilgili anlatılanlar daha çok ‘yaradılışçı’ bakış açısıyla aynı. Aslında evrim mantığa daha uygun ama okulda bize yanlış gibi öğretiliyor. Eski çağlardan kalan fikirlermiş gibi. İnsanların ön yargısız bir şekilde evrime yaklaşmalarını istiyorum” diyor. Bununla birlikte kimi öğretmenlerin ise evrim kuramını insan maymundan gelmiştir şeklinde indirgeyip bir aşağılama ve hakaret konusu haline getirdiğini bakın Bornova Anadolu Lisesi’nden bir 9. Sınıf öğrencisi nasıl anlatıyor: Biyoloji dersine giren bir hocamız evrimi savunanlar hakkında hakaret ediyor. Kur’an’dan ayetler gösterip arkadaşlarımızı etkileyip evrimi yalanlamaya çalışıyor. Darwin ve Lamarck’ı kötüleyip hakaret ediyor. Evrimleşen insan resimlerini gösterip dalga geçiyor, ‘bunlar benim dedemmiş’ deyip gülüyor ve sınıftaki öğrenciler gülmeyince de neden gülmediniz diye azarlayıp zorla güldürüyor. Biz okulda evrimi taraflı olarak görüyoruz (Radikal, 04.03.2013).

Sekil 7. (MEB 4. Sinif Din Kulturu ve Ahlak Bilgisi Kitabindan 24. sayfa)
Evet, Türkiye’de evrim eğitimi konusunda karanlık bir dönem yaşanmaktadır, ancak daha da kötüsü Türkiye’de çok küçük yaşlarda başlayan inanılmaz bir dindarlaştırma ve muhafazakarlaştırma politikası eğitim alanında yoğun bir biçimde uygulanmaktadır. O kadar küçük yaşta bu kadar kompleks dini doktirinleri öğrenen ve geri kalan eğitim yaşamında da bu uygulamanın kurbanı olan öğrencinin evrim teorisini anlamaması ve reddetmesi sanırım çok beklenmedik bir sonuç değil. Geriye kalan dönemlerde de zaten sansürlenmiş ve darlaştırılmış 1900’lü yılların başlarından kalma evrim eğitimi öğrenmekteler. Bundan dolayı da yazının başlarında okuduğunuz üzücü anket sonuçları ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de insan evrimi eğitimi yoktur, biyolojik evrim kuramı eğitimi ise yoğun bir biçimde sansürlenmiş ve indirgenmştir. Buna ek olarak, 1980 darbesinden sonra resmi olarak eğitim alanında uygulamaya sokulan muhafazakarlaştırma politikası halen aktif bir biçimde sürmektedir. Sonuç olarak, Türkiye’de biyolojik evrim kuramı eğitiminin mevcut hükümet politikaları ile uluslararası bilim standartları seviyesine ulaşabileceğine dair benim kişisel bir umudum ve beklentim yoktur. Eğer çocuklarınızı ve yakınlarınızı bu konuda eğitmek istiyorsanız kişisel olarak ilgilenmeli ya da eğer varsa alternatif eğitim aktivitelerine katılmasını sağlamalısınız. 


Kaynaklar
Apaydın, Z., H. Sürmeli. 2009. Undergraduate Students’ Attitudes Towards the Theory of Evolution. Elementary Education Online 8:820-842
İrez., S. ve Ç. D., Özyeral Bakanay. 2011. An assesment into Pre-Service Biology Teacher’s Approaches to the Theory of Evolution and Nature of Science/ Education and Science 162:39-54
İnan, A. 1947. Türkiye halkının Antropolojik karakteri ve Türkiye tarihi; Türk Irkının vatanı Anadolu; (64.000 kişi üzerinde anket); Türk Tarih Kurumu Yayınları, VII seri, numara 15. Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara.
Kaya, F. 2012. Censorship of Human Evolution Education in Turkey. Poster Presentation at the 18th European Anthropological Association, Ankara Turkey 3-6 September 2012.
Kence, A. 2007. Biyoloji Egitiminde Evrim ve Yaratiliscilik. http://www.agnostik.org/resim/sunum/ak_sunum.pdf 
Kence, A. 1998. Evolution versus Creation in Schools. Eubios Journal of Asian and International Bioethics 8:177-178 
Özsoy, E.D. 2011. Turkiye’nin Evrimle İmtihanına Kısa Bir Bakış. Bilim ve Gelecek Dergisi, Sayi:87

Öztürkler Somel, N. 2007. Türkiye’de Biyolojik Evrim Kuramı Eğitiminin Tarihsel ve Sosyolojik bir Değerlendirmesi. http://www.agnostik.org/resim/sunum/ns_sunum.pdf

Peker, D., G.G. Cömert, A. Kence. 2010. Three Decades of Anti-evolution Campaign and its Results: Turkish Undergraduates’ Acceptance and Understanding of the Biological Evolution Theory. Science and Education 19:739-755


24 Mayıs 2013 Cuma

Australopithecus sediba hakkında bildiklerimiz çoğalıyor!


Bu yazı Bilim ve Gelecek dergisinin 2013 Mayıs sayısında yayınlanmıştır, okuma fırsatı elde edememişler için blog safyasına ekliyorum.

Güney Afrika’daki Malapa lokalitesi insan atası fosilleri bakımından Afrika’nın en zengin lokalitelerinden biri. Bu lokalitenin bütün dünyada ünlü olması sağlayan ise Lee Berger ve ekibinin 2008 yılının Ağustos ayında keşfettikleri ve 2010 yılında Sicence dergisinde yayınlayarak duyurdukları Australopithecus sediba insan atası. 2011 yılında ise araştırmacılar aynı türe dair yeni keşifleri yine Science dergisinde yayınlamışlardı. Bilim ve Gelecek dergisinin 92. sayısında bu keşifin insan evrimi bakımından önemini yazmıştım. Bu fosil insan hakkında tekrar bir yazı yazmamın nedeni ise Science dergisinin geçen ay (12 Nisan 2013) 340. sayısını  Au. sediba’ya ait yeni keşifleri ve analizleri duyuran yayınlara adamış olması.  Au. sediba araştırmacı Lee Berger ve ekibi tarafından ilk duyurulduğunda paleoantropoloji çevresi tarafından şüphe ile karşılanmıştı çünkü Berger Au. sediba’nın Autralopithecus cinsinden Homo cinsine evrimsel değişimde temel bir rol oyandığını iddia etmişti. Australopithecus ve Homo cinsi arasında anatomik özelliklere sahip olan bu Güney Afrikalı türün insanın soyağacındaki evrimsel yeri yeni keşifler ile daha da sağlamlaşmış gürünüyor. 

Daha önceki çalışmalarda vurgulanan önemli noktaları kısaca hatırlayalım. 2010 yılındaki çalışmada Au. sediba’nın bulunduğu tabaka ağır metallerden uranyum merkezli yapılan yaşlandırma metodu ile 1.78 ile 1.95 milyon yılları arasına tarihlendirilmişti, ancak 2011 yılında çözünürlüğü daha yüksek yaş analizleri 1.977 ve 1.98 milyon yıllar arasında bir jeolojik tarihi önerdi. Malapa lokalitesinden biri yetişkin olmakla birlikte üç farklı bireye ait buluntular tanımlanmıştı. Bu buluntular yeni bir tür –Au. sediba- adı ile sunulmuş olsa da uluslararası paleoantropoloji camiası taksonomik durumuna temkinli yaklaşmıştı. Bu türün Au. africanus'un tür içi varyasyon aralığında yer alabileceği öne sürülmüştü, yani Au. africanus’un bir coğrafik varyasyonu olabilirdi. Ayrıca erkek bir bireye atfedilen Au. sediba'nın erkek mi dişi mi olduğu da tartışmalıydı. İkinci öneri ise Au. sediba’nın Homo cinsine ait bir tür olma ihtimali. Ünlü paleoantropologlardan Don Johanson bu fosilin Homo cinsinin bir üyesi olabileceği olasılığı üzerinde durulması gerektiğini açıklamıştı. Diğer bir sorun ise bu kadar türemiş özelliklere sahip ve Homo cinsine evrimsel olarak yakın olan tür ile birlikte herhangi bir taş alet kalıntısına rastlanmamış olması. Bilindiği gibi Homo cinsinin ürettiği düşünülen en eski taş aletler Doğu Afrika’da (Etiyopya’da) keşfedildi ve yaklaşık 2,6 milyon yıl öncesine tarihlendiriliyor. Homo cinsinin Güney Afrika'da mı yoksa Doğu Afrika'da mı ortaya çıktığı uzun süredir araştırmacılar arasında tartışılıyor. Güney Afrika'da çalışan araştırmacılar Au. africanus'tan türeyen bir atasal potansiyelin Homo cinsine atalık ettiğini düşünürken Doğu Afrika'da çalışanlar Au. afarensis'ten türeyen Au. garhinin Homo cinsine giden yolda olduğunu iddia ediyorlar. 

Science dergisinde yayınlanan yeni çalışmalar altı ayrı önemli makaleden oluşuyor. Bunlar dişler, çene, kol ve bacak kemikleri, omurga ve göğüs kafesine ait fosil kalıntıların ayrıntılı analizlerinden oluşmakta. Dişlere ait morfolojik analizler Au.sediba’nın Doğu Afrikalı asutralopithecus türlerinden Güney Afrikalı olan Au. africanusa evrimsel olarak daha yakın olduğunu göstermekte. Aynı zamanda bazı diş özellikleri Homo cinsi ile benzer. Berger Güney Afrikalı australopithecusların (Au. africanus ve Au. sediba) Doğu Afrikalılardan daha farklı bir grup oluşturuduğunu ve bu grubun Au. afarensisten evrimleşmediğini düşünüyor. Au. sedibaya ait çene kemiği ve kafatası üzerinde yapılan çalışmalar onun Au. africanus olmadığını kanıtlıyor ve bu anlamda taksonomik pozisyonunu sağlamlaştırıyor. Ayrıca çene kemiğinin özellikle erken Homo türlerininkine (Homo habilis, Homo rudolfensis ve Homo erectus) benzer oluşu ise onun daha türemiş bir tür olduğunu da belirginleştiriyor. 




Şekil 1. Au. sedibanın bulunan fosillerinden yola çıkılarak kurgulanan rekonstrüksiyonu (Berger, 2013).  Sol baştan,  minyon tipli bir kadın modern Homo sapiens,  ortada Au. sediba ve sağda erkek bir şempanze. Bu karşılaştırmada Au. sediba’nın vücut iskeletinin şempanzeden daha çok Homo cinsine yani insana benzediğini görebilirsiniz. Özellikle kalça kemiği, kol ve bacak kemiklerinin uzunlukları ve el anatomisi insana çok benzer. Bununla birlikte göğüs kafesi insanda silindirik iken Au. sedibada koni şeklinde daha farklı bir biçimde (Berger, 2013)



Şekil 2. Au. sedibanın göğüs kafesi rekonstrüksiyonu (Berger, 2013)

Kol kemikleri üzerinde yapılan analizler beklenmedik sonuçlar veriyor. Kol kemiklerinin morfolojisi ilkin yani daha çok Australopithecus özelliklerine sahip iken ki bu özellikler onun ağaç yaşamına bağımlı olduğunu gösteriyor, bununla birlikte el tarak ve parmak kemikleri ise Homo benzeri. Göğüs kafesi ve kaburga kemiklerinin morfolojisi Homo cinsinden farklı olarak daha çok kuyruksuz büyük mamyunlarınkine (şempanze ve goril) benziyor. Ayrıca omuz bölgesinin göğüs ile açısı ve üst kol kemiğinin omuzla birleşen bölgesi daha çok australopithecuslara benziyor, yani dik yürüme esnasında Homo cinsi kadar rahat hareket edemediğini düşündürüyor. 



Şekil 3. Au. sedibanın MH1 ve MH2 buluntularına ait kol, kürek ve köpürcük kemiklerine ait fosiller. MH1 buluntuları arasında dirsek kemiğinin, üst kol (pazı) kemiği ve köpürcük kemğinin bir parçası. MH2 buluntuları arasında ise dirsek kemikleri (ulna ve radius), üst kol (pazı kemiği), kürek kemiği, köpürcük kemiği ve yine bu tür kemiklere ait parçalar gösterilmiş (Berger, 2013)

Au. sedibaya ait boyun, sırt, bel ve kuyruk sokumu omurları bu türün Homo cinsi ile aynı sayıda omurlara sahip olduğunu kanıtlıyor. Bununla birlikte  bu omurların morfolojisi Au. sedibanın Homo cinsine gore daha uzun ve mekanik olarak esnek bir bele sahip olduğunu gösteriyor. Au. sedibanın bacak kemikleri ise onun ne çeşit bir dik yürüme hareket biçimine sahip olduğuna dair çok özel bilgiler veriyor.  Topuk, ayak tarak kemikleri, diz, kalça ve bel bölgesi onun dik yürüdüğünü kanıtlıyor, ancak Homo cinsi kadar yetenekli olmadığı da aşikar. Son buluntular australopithecusların farklı dik yürüme biçimlerine sahip olduğunu öneriyor. Bu grup henüz ağaç yaşamına bağlı ancak belli süreler karada dik yürüyebiliyordu. Homo cinsi ise australopithecuslardan farklı olarak daha çok yerde yaşayan ve zorunlu dik yürüme hareketine sahipti.  Geçen yıl Etiyopya Middle Awash bölgesinde Burtele lokalitesinde keşfedilen insan atasının ayak iskeleti onun diğer Australopithecus türlerinden farklı bir dik yürüme biçimine saihp olduğunu öneriyordu. Buna göre hangi Australopithecus türünün insana yani Homo cinsine anatomik olarak yakın dik yürüme hareket biçimine sahip olduğunu anlamak için başta daha çok buluntuya ve biyomekanik çalışmalara ihtiyaç var. Araştrımacılara göre Au. sediba özellikle alt uzuvlarının anatomisi  bu türün muhtemelen Homo cinsine en yakın dik yürüme biçimine sahip.



Şekil 4. Au. sediba MH1 ve MH2 buluntularının omurga ve kuyruk sokumu kemiklerine ait fosilleri (Berger, 2013). 

Au. sediba diğer Australopithecus türleri gibi 420-435 santimetreküp arasında bir kafatası hacmine sahip. Beden boyutuna gore ise uzun kolları onun ağaç yaşamından tamamen kopmadığı gösteriyor. Ancak Homo cinsi hatta Homo erectus ile paylaştığı –diş morfolojisi, kaçla kemiği anatomisi, el morfolojisi ve kafatasında geniş alın bölgesi gibi- türemiş özellikleri onun Homo cinsine evrimsel olarak en yakın Australopithecus türü olmasını sağlıyor. Ancak bu evrimsel yakınlık onun Homo cinsinin atası olduğunu bizlere düşündürebilir mi? Hem evet hem hayır. Bu benzerliğin onun Homo cinsinin atası olduğu hipotezi dışında iki açıklaması daha olabilir. Bunlardan ilki Au. sediba’nın bu türemiş özelliklere Homo cinsi ile herhangi bir evrimsel etkileşimin dışında kendi yaşadığı çevresel koşullar içerisinde bağımsız olarak sahip olması, ki bunu homoplasik bir karakter durumu olarak adlandırabiliriz. İkinci açıklama ise Homo benzeri türemiş özelliklere sahip olan bu türün bir Australopithecus değil Homo cinsinin üyesi olma ihtimali olabilir. 



Şekil 5. Australopithecusların kronolojik ve bölgesel dağılımı. Bu şekilde sadece erken homininler ve australopithecuslar gösterildi, Homo cinsi dahil edilmedi. En erken hominin (dik yürüyen insansı) fosillerine yaklaşık olarak altı ile yedi milyon yıl arasında Kuzey ve Doğu Afrika’da rastlanıyor. 4.4 milyon yıl önce Ardipithecus ramidus türünden Australopithecus anamensis türüne evrimsle bir değişimin gerçekleştiği de genel olarak kabul görmekte. Bu dönem ilk australopithecusların ortaya çıkışını karakterize ediyor. Australopithecuslar dik yürüme, görece küçük beyin hacmi, büyük ve güçlü çene ve buna göre küçük beden büyüklükleri ile belirginler. Birçok paleoantropolog ve arkeolog australopithecusların taş alet üretebildiğini düşünüyor, ancak insan atası ve taş aletlerin aynı lokalitede birlikte bulunduğu dönem Homo cinsi ile başlıyor. Bu durum yani taş alet ve australopithecuslara ait iskelet kalıntılarının birlikte bulunmayışı elbette australopithecusların alet üretemeyeceklerini göstermiyor. Muhtemelen australopithecuslar Homo cinsi kadar pratik ve sofistike alet üretemiyorlardı, ancak basit düzeyde bir hammaddeye fonksiyonel biçim verip kullanıyor olmalıydılar. Şekilde gördüğünüz gibi özellikle üç ve bir milyon yıllar arasında Güney ve Doğu Afrika’da birden fazla tür aynı dönemde bir arada görünüyor. Bu onların bir arada yaşadıklarının kanıtı. Şekilde yer almasa da Homo cinsinin yaklaşık olarak 2.4 milyon yıl önce  ilk taş aletlerin bulunmasına paralel olarak ortaya çıkığını biliyoruz. Bu durumda australopithecuslar sadece kendi cinsinin türüleri ile değil aynı zamanda Homo cinsinin üyeleri ile de bir arada yaşıyorlardı. Bu benzer türler birbirleri ile aralarındaki yaşam savaşını minimuma indirmek için farklı beslenme biçimlerine yönelmişlerdir. Özellike robust yani iri yapılı australopithecuslar (Au. aethiopicus, Au. bosei ve Au. robustus) daha fazla sert otlarla ile beslenme uyum sağlamışlar. Bu nedenle sert otları öğütebilmek için çok büyük dişlere ve güçlü, masif çeneye sahipler. Bu özellikleri onların yüksek derecede çiğneme gücü oluşturmalarını sağlıyordu. Bu iri yapılı türlerine dişleri üzerinde yapılan microwear (mikro-aşınma) yani yedikleri yiyeceklerin dişler üzerinde bıraktığı mikro çiziklerin ve çöküklerin analizleri onların çok sert otlar ile beslendiğini gösteriyor. Diğer grup ise narin yapılı australopithecuslar; Au. afarensis, Kenyanthropus platyops, Au. bahrelghazali, Au. africanus, Au. sediba ve Au. garhi. Bu türler daha çok omnivor (hepçil) yani hem ot hem de fırsat buldukça yüksek protein barındıran hayvansal ve böcek içeren besinler ile besleniyorlardı. Homo cinsinin üyeleri (Homo habilis, Homo rudolfensis ve Homo erectus) ise bütün bu türler içerisinde yerde yetenekli bir biçimde dik yürüyerek daha uzun mesafeler hareket edebilecek bir vücut anatomisine sahipti. Bu nedenle onlara göre daha kısa sürelerde daha uzun alanı tarayıp besin bulma şansına sahipti. Ayrıca daha sofistike taş alet üretme ve kullanma yeteneğini de eklersek protein değeri yüksek besinlere ulaşmada daha başarılı olduğunu söyleleyebiliriz. Şekil Craig Stanford, John Allen ve Susan Anton’un yazdığı Biological Anthropology (2013, 3. Baskı) kitabından değiştirilerek alınmıştır (Sayfa: 316). 

Au. sediba’nın australopithecuslar ve Homo cinsi arasında evrimsel değişimde rol alan tür olduğunun iddia edilmesinden yaklaşık olarak 10 yıl önce Middle Awash (Etiyopya) lokalitesinde keşfedilen Au. garhi Tim White ve ekibi tarafından Au. afarensis ve Homo cinsi arasında ortak morfolojik özelliklere sahip olan tür olarak aday gösterilmişti. Au. garhi’nin bulunduğu tabaka yaklaşık olarak 2.5 milyon yıl öncesine tarihlendirildi. Bu tarih Au. sediba’nın bulunduğu tabakanın yaşından 0.5 milyon yıl daha yaşlı. Kronolojik olarak Homo cinsine ait en eski fosil buluntusu ise 2.4 milyon yıla tarihlendirildi. Bu fosil Chameron (Kenya) lokalitesinden biliniyor. Ayrıca Etiyopya’da ünlü Hadar lokelitesinden de 2.33 milyon yıl öncesine tarihlendirilen Homo cinsine ait fosiller keşfedildi. Bu fosiller australopithecuslardan farklı olarak daha büyük beyin hacmine ve bununla birlikte dairesel bir kafatası biçimine, daha dar azı ve küçük azı dişleri ile karakterize idiler. Moleküler genetik çalışmalar insan evriminde çene ve kafatasında bulunan çiğneme kaslarının zayıflamasına neden olan ve dolayısı ile kafatasının gelişim evrelerinde daha da büyümesine olanak sağladığı düşünülen (MYH16 geninde meydana gelen) genetik değişimin yaklaşık olarak 2.5 milyon yıl once gerçekletiğini önerdiler. Bu genetik değişim tam da Au. garhinin yaşadığı, Homo cinsinin ilk ortaya çıktığı ve taş elet üretiminin başladığı döneme denk geliyor. Homo cinsinin evrimsel olarak ortaya çıkışını fosillerin morfolojik özellikleri dışında karakterize eden ikinci en önemli kanıt kültürel buluntulardır. İlk Homo türlerinin bıraktığı tek kültürel kalıntılar ise taş aletler. En eski taş alet kalıntıları 2.6 milyon yıl öncesine tarihlendirilen Gona (Etiyopya) lokalitesinden biliniyor. Ayrıca Gona lokalitesinde taş aletler ile birlikte bulunan antilop kemikleri üzerinde taş alet izlerine de rastlandı. Bu izler 2.6 milyon yıl once Homo cinsinin üyelerinin taş alet kullanarak beslendiğini gösteriyor. Bununla birlikte 2.6 milyon yıl once Doğu Afrika’da taş alet üreten ve bu aletleri kullanarak beslenen atalarımızın varlığına dair bilgiye sahip iken 1.9 milyon yıl öncesine tarihlendirilen Güney Afrikalı Au. sediba’nın Homo cinsine atalık ettiğini düşünmek için daha fazla kanıta gerek olduğunu düşünüyorum.

Kaynaklar
Berger. L. 2013. The Mosaic Nature of Australopithecus sediba. Sicence 340:163-164.
Science dergisinin Au. sediba’nın yeni buluntularına adanan 340. sayısında yer alan Williams et al., DeSilva et al., Irish et al., Churchill et al., Ruiter et al. ve Schmid et al. Yazarlarına ait ilgili makaleler.
Au. Sediba hakkında –Türkçe- daha detaylı bilgi için,
Kaya,F. 2011. İnsanın evrim ağacında yeni bir fosil tür; Australopithecus sediba.  Bilim ve Gelecek Sayı 92.
Kaya, F. 2012. İnsan evrimindeki önemli basamakların nedenleri: Neden dik yürüme, büyük beyin ve kılsız beden? Bilim ve Gelecek Sayı 95.