18. Avrupa Antropoloji Toplulugu Kongresinde "Turkiye'de Sansurlenen Insan Evrimi Egitimi" baslikli bir poster sunum gerceklestirdim. Maalesef Turkiye'de yuksek ogretimde Antropoloji bolumlerinin baizlari disinda ozel olarak insan evrimi icerikli bir ders mufredatta yok. Ilk ve orta egitimde ise hic yer almamakta. Insan varolusu sadece Yaratilis ve dini aciklamalar ile verilmekte. Bu onemli sorun ne yazikki Turkiyeli bilim insanlari tarafindan da ihmal edilmekte.
27 Eylül 2012 Perşembe
Turkiye'de Sansurlenen Insan Evrimi Egitimi
18. Avrupa Antropoloji Toplulugu Kongresinde "Turkiye'de Sansurlenen Insan Evrimi Egitimi" baslikli bir poster sunum gerceklestirdim. Maalesef Turkiye'de yuksek ogretimde Antropoloji bolumlerinin baizlari disinda ozel olarak insan evrimi icerikli bir ders mufredatta yok. Ilk ve orta egitimde ise hic yer almamakta. Insan varolusu sadece Yaratilis ve dini aciklamalar ile verilmekte. Bu onemli sorun ne yazikki Turkiyeli bilim insanlari tarafindan da ihmal edilmekte.
26 Temmuz 2012 Perşembe
Sürdürülebilir Kalkınma Gerçekten Sürer mi?
Aşağıdaki yazı Bilim ve Gelecek dergisnin 101. sayısında yayınlandı. Ancak dergiye ulaşamayan ve yazıyı okuma şansı elde edememiş olanlar için bloga eklemeye karar verdim. İyi okumlar.
7 Haziran 2012 tarihli Nature dergisinde çok önemli üç makale yayınlandı. Bunlardan en ilginç ve bir o kadar da kapsayıcı olanı “Securing Natural Capital and expanding equity to rescale civilization (Doğal Sermayenin Korunumu ve Medeniyetin Yeniden İnşaası için Eşitliğin Genişletilmesi şeklinde Türkçe’ye çevirebileceğimiz)” Ehrlich ve diğ. tarafından yayınlanan makaleydi. Diğer ikisi ise bu makale ile bağlantılı olarak biyosfer ve biyoçeşitliliğin günümüzdeki durumu ve sorunlarını dikkate alan çalışmalar. Başbakan Erdoğan’ın özellikle her yeni evli çifte üç çocuk önerisi, kürtaj yasağı ve HES çalışmaları gündemde iken ve ayrıca yaban hayatın ciddi bir tehdit altında olduğu ülkemiz için bu konuda alınması gereken çok dersler olduğu kanaatindeyim. Makalenin ana konusu, insanlığın kendi uygarlık tarihinde hiç olmadığı kadar tüketim hırsı ve kültürü içinde olduğu ve dramatik olarak artan insan nüfusunun temel ihtiyaçlarını sağlamaya Yeryüzü’nün kaynaklarının sınırlı olması şeklinde özetlenebilir. Özellikle bu makalenin 20-22 Haziran 2012 tarihinde Rio de Janeiro’da (Brezilya) düzenlenecek olan Dünya Zirvesi’nden önce yayınlanmış olması farklı bir anlam taşıyor. Birleşmiş Milletler Çevre ve Gelişme Konferansı’nın 20 yıl önce küresel bir gündem olarak ileri sürdüğü “sürdürülebilir kalkınma” politikaları tekrar değerlendirilecek ve buna göre dünyamızın kaderi hakkında gelişmiş ülkeler ve büyük şirketler yeni adımlar atacak. Bu toplantıya yüzden fazla devlet başkanı, sayısı ellibine yakın işadamı, sivil toplum örgütleri, ithalat-ihracat dernekleri gibi farklı alandan birçok katılımcı olacak.
İlginç olan Nature gibi bilim politikalarına yön veren bir derginin bu içerikte bir makaleye yer vermesi oldu. Bir an acaba bilim iktidarının muktedirleri de artık neoliberal politikaların ve tüketim çılgınlığının farkına varıp bu konu üzerine gitmeye mi başladılar diye düşündüm. Haksız da sayılmam, bu makale aslında ekolojik krizin ve doğal kaynakların kullanımının insanlığın sosyal ve siyasal problemlerinden bağımsız olmadığını anlatmaya çalışıyor. Bu nedenle doğaya saygılı ve sürdürülebilir bir yaşamın adalet ve eşitlik gerektirdiğini vurguluyorlar. Makalede özellikle kadın haklarının ve kadının erkek karşısında cinsel eşitliğinin sağlanması hatta pozitif destek ile daha da güçlenmesinin ekolojik krizin çözümü ile bağlantısı kuruluyor. Kadın hakları ve doğa korumacılığı arasındaki bağ aslında ekonomi alanında Nobel ödüllü bilim insanı Elinor Ostrom’un çalışmalarından gelmekte. Ostrom, iyi yönetim ve haklar bakımından güçlendirilmiş vatandaşların ve toplumun doğal kaynakların kullanımı konusunda etkili bir koruma biçimi oluşturacağını önermişti. Ancak bu makalenin yazarları kadının gerek ailede gerekse toplumda oynadığı rolün yiyecek, su ve enerji gibi kaynakların kullanımı konusunda daha fazla sorumluluk taşıdığını düşünüyorlar. Bu noktada kadının bilinçlenmesi ve bunları gerçekleştirebilmek için cinsel eşitliğini kazanabilmesi önemli. Sürdürülebilir kalkınma politikalarının önemli bir adımı da bu olacak, alışveriş yapan, yiyecek sağlayan, çamaşır ve bulaşık yıkayan kadının haklarının artırılarak doğal kaynakların kullanımı konusunda bilinçlenmesi ve örgütlenmesi.
Makalenin omurgasını sürdürülebilir kalkınma oluşturuyor. Sürdürülebilir kalkınma tartışmalı bir uygulama olup ve 1992 yılı Dünya Zirvesi toplantısından buyana -son 20 yıldır- yoğun bir biçimde dünya gündeminde olmasına rağmen doğal kaynakların koşulsuz kullanımdan ve endüstriyel gelişim saplantısından herhangi bir taviz verilmedi. Sürdürülebilirliğin temel gerekçesi günümüz istek ve ihtiyaçlarımızı gelecek nesillerin kaderini tehdit etmeyecek biçimde sağlayabilmek idi. Ancak bu daha sonra genişleyerek ekoloji, toplum, ekonomi ve teknoloji arasında nasıl hem daha fazla tüketip hem de doğaya verdiğimiz yıkımlara daha iyi önlemler oluşturabiliriz gibi trajikomik bir “yeşil” uzlaşıya dönüştü. Hatta sürdürülebilir kalkınma politikalarının sosyal eşitlik ve gezegenimizin geleceği için değil büyük şirketlerin daha fazla para kazanımı için geleceği garantiye almasının sürdürülmesi olarak da yorumlayan düşünürler mevcut. Bu nedenle dünyanın dört bir yanında sürdürülebilir kalkınma adı altında göstermelik yeşil politikalar ile endüstriyel yıkım ve gereksiz ihtiyaçların aşırı tüketimi hızla devam ediyor. Yazarların insan nüfusunun aşırı artışına bağlı tüketim çılgınlığından yakınırken dünyada açlık sınırın altında olan insan sayısının da artması tuhaf bir trajedi olsa gerek. Sürdürülebilir kalkınma hakkındaki bilimsel çalışmalar daha sağlıklı ve barışçıl bir yaşam için gezegenin ve insanların sosyal ve ekonomik problemlerine yönelik değil daha çok yeni bir yatırım alanı olarak biyoteknoloji, genetik, sentetik biyoloji ve nanoteknoloji gibi alanlara odaklandı.
İlkinden 20 yıl sonra yine Rio de Janerio’da düzenlenecek bu zirve toplantısının temel konuları sürdürülebilir kalkınma politikalarının yeniden değerlendirmesi olacak. Birçok demokratik kitle örgütü ve çevre dernekleri bu zirve toplantısından önce daha değerli politikaların karar bağlanması için eylem kararı aldı. Ancak bu demokratik baskıların karar vericiler tarafından çok dikkate alınmayacağı ve küresel kapitalizmin yine “yeşil ekonomi” adı altında bugün yaşadığımız birçok çevre krizine sebep olan gündeminden vazgeçmeyeceği de sürpriz olmayacak bir sonuç. Aslında 20 yıl aradan sonra gerçekleşecek bu toplantı sürdürülebilir kalkınma ve yeşil politikaların kapitalist ekonomide uygulanabilirliğinin olmadığının kanıtı, buna rağmen yine de sürdürülebilir yeşil politikalar gündeme taşınıyor. Ekolojik kriz başta olmak üzere dünyanın sosyal ve siyasal problemlerin çözümü şurda dursun daha da derinleşti. 20 yıl sonra yaşam insanların büyük çoğunluğu ve diğer bütün canlılar için daha da zorlaştı. Açlık sınırın altındaki insan sayısı 1 milyarı geçti, neredeyse her 6 kişiden biri aç. Köylülere, çiftçilere ve küçük iş sahiplerine yaşam alanı kalmadı. Dünyanın biyoçeşitliliği ciddi derecede azaldı, su kaynakları kurudu ve kirlendi, karbondioksit ve diğer bazı sera gazlarının atmosfere aşırı salınımı küresel ısınmaya neden oldu ve dramatik iklimsel değişimlere neden oluyor. Yiyecek sektörü büyük firmaların tekelinde ve amaç insanların sağlıklı beslenmesi değil daha fazla kâr etmek. Biyoçeşitliliği Koruma kurulları yaşayan canlıları korumak yerine özel şirketler ile anlaşarak korudukları canlıların doğal yaşamından çoktan vazgeçtiler ve gen bankaları oluşturma kararı aldılar. Birleşmiş Milletler İklim Değişimi Kurulu ülkeleri ve şirketleri hava kirliliğini azaltmak için çalışmak yerine karbon ticaretini önererek daha fazla kirliliğin oluşmasına neden oldu. Genetiği değiştirilimiş ürünler ve tohumun tekelleştirilmesi tarım sektörüne onarılması imkânsız darbeler vurdu. Sürdürülebilir kalkınma maalesef “yeşil endüstrileşme” politikaları ile kapitalizmin yeni bir kâr alanı olmaktan öteye gidemedi.
Nature makalesinde yazarlar aşırı insan nüfusunun dünyanın geleceği için en önemli tehlike odluğunu ileri sürseler de gereksiz ihtiyaçların ve büyük oranda enerji ve suyun “gelişmiş ve modern” ülkelerin insanları tarafından tüketildiğini eklemeyi unutmuş olmalılar. Yani bu aşırı nüfusun sadece ayrıcalıklı bir bölümü temiz su, sağlıklı yiyecek, temiz hava, daha fazla yakıt ve enerji tüketiyor, tek kullanımlık eşyaları kullanıyorken dünyanın geri kalan büyük bir bölümü ise zaten tasarruflu yaşamak zorunda. Aşırı nüfus artışı ciddi bir problem olsa da günümüzün en önemli problemi kapitalist ekonominin sınırsız büyüme ve adaletsiz tüketim politikalarıdır. Bu ekonomik ilişkiler içerisinde gerçek anlamda “yeşil” olunamayacağı ve bir “meta” olarak kapitalizmin yeşil maske takabileceği ise kuşkusuz. Gelişmiş ülkeler tarafından diğer ülkelere dayatılan yeşil uyum politikaları ise bu politikaların pazarlanmasından ve yeni ekonomik ilişkilerin kurulmasından ve düzenlenmesinden başka bir şey değil. Maalesef ülkemizde de bu politikalara paralel olarak AKP yönetimi ve Başbakan Erdoğan’ın kişisel tasarrufu ile hastalıklı bir gelişim ve büyüme anlayışı hakim. Maalesef yeşil maske takamayacak kadar yeteneksiz olan hükümetin kalitesiz kapitalist ekonomisi insan haklarından doğa haklarına kadar birçok alanda onarılması imkânsız hatalar yapmış durumda. Hidroelektirik santral barajları ile nehirlerin yok edilişi, köylülerin yaşam haklarının çiğnenmesi, göllerin kurutulması, biyoçeşitliliğin dikkate alınmaması, nükleer enerjinin öne çıkarılması, düzensiz şehirleşme, genetiği değiştirilmiş ürüne yönelik talep, endemik tohumların korunmaması, nüfus artışının özendirilmesinden kadın haklarına kadar gibi birçok örnek mevcut. Maalesef Türkiye sürdürülebilir kalkınma ekseninde yeşil politikalar oluşturamayacak kadar kalitesiz bir kapitalizm ile yönetilmektedir. Bu kadar kalitesiz gelişim ve çevre politkalarının olduğu bir ülkede kapitalizmin yeşil maskesi olarak değerlendirilse de, sürdürülebilir kalkınmanın bir aşama olarak daha sağlıklı bir gelişim stratejisine katkı sağlayabileceğine de ihtimal vermiyor değilim. Başbakan Erdoğan Rio de Jenairo’da düzenlenen sürdürülebilir kalkınma ile ilgili bu toplantıda yaptığı konuşmada özellikle İslam (Filistin ve Afganistan gibi) ülkelerinde yaşanan insan hakları problemlerini örnek vererek çözüm için küresel vicdanın gelişmesinin gerekliliğinden bahsetti. Genel olarak tüketim eşitsizliğinin yarattığı (birilerinin aşırı tüketirken birilerinin açlık sınırın altında olması) problemlerden bahsetti ve bu konuda adaletin sağlanması gerektiğini belirtti. Bu sosyal sorunlar ile kesinlikle bağlantılı olsa da Rio toplantısının ana konusu sürdürülebilir kalkınma, yeşil politikalar, nüfus artışı ve çevre krizi olmasına rağmen Başbakan Erdoğan bu politikalar üzerinde fazla durmadı ve dikkate değer açıklamalar yapmadı. Gönül isterdiki Başbakan Erdoğan, gezegenimizin geleceği hakkında sürdürülebilir kalkınma politikalarını tartışmak için toplanmış dünya zirvesinde sadece bazı İslam ülkelerindeki insan hakları problemlerini demogojik bir üslup ile dile getirmekle yetinmeyip özellikle kendi ülkesinin sürdürülebilir kalkınma politikaları, ekolojik kriz boyutu ve biyoçeşitliliğin durumu hakkında bazı bilgiler verebilsin, dünyanın geleceği hakkında yeni anlayışlar getirebilecek öneriler sunabilsin. Türkiye’nin küresel anlamda çok önemli bir biyolojik çeşitliliğe sahip olduğunu ve bu çeşitliliğin büyük bir kriz içerisinde bulunduğunu belirten Çağan Şekercioğlu ve diğer ortak yazarların 2011 yılı Aralık ayında yayınladığı “Turkey’s globally important biodiversity in crisis (Türkiye’nin küresel bakımdan önemli olan biyoçeşitliliği krizde)” başlıklı dünyada ses getiren makalesinden haberdar olsun. Ya da sürdürülebilir kalkınma politikaları ve çevre sorunlarını sosyo-politik bir eksende araştıran Murat Arsel’in çalışmaları ilgisini çekmiş olsun.
......................................
Çok değil, bundan yaklaşık 8 ya da 9 bin yıl önce yani Neolitik (tarım) Devrim’in hemen ardından yerleşik hayat ile birlikte o günün şartlarına göre dünyada inanılmaz bir insan popülasyonu artışı oldu. İstatistik hesaplamalara göre yaklaşık 8 bin yıl önce bütün dünyada var olan insan nüfusu günümüz Türkiye’sinin sadece 1/7’si kadardı, yani 10 milyon. Bu dönemde yaşayan insanların çoğu konar-göçer ve avcı-toplayıcı gruplardı. Bu gruplardan kimileri iklimsel değişimleri takip ederek konar-göçer yaşam biçimini sürdürürken kimileri de bitkileri ve hayvanları evcilleştirerek yerleşik hayata geçti. Birçok günümüz antropologu, arkeologu, sosyologu ve tarihçisi yerleşik hayat tercihi ile değişen üretim biçiminin bugün yaşadığımız çevre sorunlarının nedeni olduğunu düşünüyor. Bunu para, ticaret, din, güç ve zenginliğin bir biçimde o dönemin üretim ilişkileri içinde doğmuş olmasına bağlıyorlar. Özellikle son 5 bin yıldır tarımın daha gelişmesi, beraberinde daha karmaşık sosyal ilişkilerin doğmasına, toplumun yönetenler ve yönetilenler gibi statüsel uçurumlar ile ayrışmasına neden oldu. Güç ilişkilerinin dini inanç ile desteklenen eril sembollerin egemen olduğu bir dünya ve üretim biçimi popülerleşti ve kitleselleşti. Özellikle kadının doğurma özelliğinin ve cinsel statüsünün ataerkil bir mekanizma ile kontrol edilmesi günümüzde dahi çözülemeyen bir cinsiyet eşitsizliğinin zemini oldu. Yaklaşık bu dönemlerde kadın üzerinde kazanılan ataerkil tahakküm, kürtaj meselesinde olduğu gibi onun cinsel özelliklerinden faydalanma hakkını gerici-muhafazakâr ülke politikalarına kurban etmeyi erkeğin tekeline bıraktı. Kadının ve haklarının erkek tarafından adaletsizce sümürülmesi ve bir cinsiyet olarak kadının kimliksizleştirilmesi ve pasiflestirilmesi, dolaylı olarak ekoloik kriz ve sürdürülebilir kalkınma politikaları bakımından daha duyarsız bir toplumun oluşmasına da yol açtı. Erkek egemenliği, dini otoritenin erkeğin tarafında yer alması ve kapitalizmin –üretim biçiminin- kadını salt bir meta olarak algılaması ve sunması, kadın ve erkek cinsleri arasındaki organik/evrimsel ve biyo-kültürel bağları kopartarak sadece sosyal/siyasal ilişkilerde sorunlara değil aynı zamanda doğaya/ekolojiye yabancılaşmış ve uzaklaşmış birey ve toplumların oluşmasına da yol açtı. Bu nedenle, Nature dergisinde yayınlanan makalede araştırmacıların önerdiği kadının ve kadın haklarının toplumda ve özellikle erkek karşısında güçlenmesinin sadece ekolojik krizin çözümünde rol almayacağı aynı zamanda sürdürülebilir kalkınma politikalarına da katkı sağlayacağı ve sosyal eşitsizliklerin çözümüne yardımcı olacağı yönünde.
Tarım ve yerleşik hayat insan populasyonlarının büyümesine olanak sağladı. 8000 yıl önce 10 milyon olan insan nüfusu 1750 yılında tahmini nüfus hesaplamalarına göre 800 milyona ulaştı. Büyüyen insan populasyonunun buna göre ihtiyaçları da büyüdü. Neolitik tarım devriminin ardından insan yaşamını dramatik bir biçimde etkileyen ikinci dönem sanırım İngiltere’de başlayan endüstriyel devrimdir. Kömürün kullanımı ve taşımacılığın gelişmesi ticaret ve diğer birçok ekonomik ilişkileri ulaşılabilir hale getirdi. Teknolojinin gitgide kompleksleşmesi üretim hızını ve çeşitliliğini de artırdı. En yüksek dağlardan okyanus diplerine, kutuplardan tropik ormanlara varan çevresel bir yıkım başladı. Avcı-toplayıcı konar-göçerlerin ve tarım toplumlarının doğadaki sınırlı yaşamı yerini endüstri devriminin insana kazandırdığı ihtişamlı gücün doğayı koşulsuz sömürüsüne bıraktı. O günden bugüne bu çevresel yıkım teknolojinin gelişimine paralel artarak devam etmekte. Dinin yaratılış ayrıcalığı ve antroposentrik politik ideolojiler ile desteklenen saplantılı endüstriyel büyüme, modernizm ve küreselleşme bizleri doğanın efendisi olduğumuz fikrine oldukça inandırdı. İnsanları salt ekonomik ilişkilerin taşıyıcısı haline getiren bu yabancılaşma, içinde bulunduğumuz üretim ilişkilerinin bir yanılsaması olarak bizleri doğanın efendisi olmaktan ziyade daha çok tüketim kültürünün hastalıklı ve psişik kölelerine dönüştürdü.
Doğaya ve üretim ilişkilerine yabancılaşmadan bahsederken sanırım Karl Marks’ın bu konudaki analizlerine değinmemek pek yerinde olmaz. Marksist analizin ekolojik problemlere getirdiği çözümlemeler uzunca süre pek anlaşılmadı hatta yanlış bile yorumlandı denebilir. Dünyadan örnekler bir yana ülkemizde bu konuda yani Marks’ı yanlış anlayanların başında sanırım dünyaca ünlü jeolog Celal Şengör gelmekte. Ne zaman onun hakkında bir yazı okusam veya pozitivist bilim yorumlarını dinlesem aklıma hep Şengör’ün o dönem Show TV’de Siyaset Meydanı (sanırım 2009 yılı) Marksizm’i bir din olarak nitelendirip ekolojik yıkımın nedenlerinden biri olarak göstermesi gelir. Bir yandan bilimin faydalarını ve evrim kuramının doğruluğunu önerirken diğer bir yandan da dindarlar ile Marksizm düşmanlığında karşılıklı olarak ortak paydada buluşması bana son derece ilginç ve ironik gelmişti. Bundan bahsetmemin nedeni, aslında Şengör’ün düştüğü çukura farklı siyasal kanatlardan birçok organizasyonun ve kişinin düşmesi. Şengör, Marks’ın 1845 yılı baharında yazdığı, Ludwig Feuerbach and the End of Classical German Philosophy (Ludwing Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu) adlı eserindeki 11. tezine atıf yaparak Marksizm’in ekolojik yıkıma neden olduğunu belirtmişti. 11. tez şöyle, “The philosophers have only interpreted the world, in various ways; the point is to change it./ Filozoflar dünyayı çeşitli biçimlerde sadece yorumladılar; önemli olan onu değiştirmektir.” 11. tez, Şengör’ün iddia ettiği gibi doğal dünyada ekolojik tahribatı değil siyasal ve sosyal alanda bir değişimi ve aktivizmi vurgular. Marks, eğer toplum ve doğa arasındaki ilişkileri değiştirmek istiyorsanız öncelikle insanları bulundukları üretim ilişkileri içerisinde değerlendirmek ve bunun etkisindeki yaşam biçimlerini ve materyal ile olan ilişkilerini sorgulamak gerektiğini söyler. Ona göre pre-burjuva toplumlarda insan ve doğa birlikte tanımlanır ancak kapitalizmde insan ve doğa birbirinden ayrılır ve –endüstri devriminde olduğu gibi- insanin doğa karsısındaki zaferi ve gücü ile ilişkilendirilir. Marks üretim biçimi ve doğanın insan tarafından tanımlanması arasındaki ilişkinin önemini vurgular. Örneğin Neolitik zaman üretim biçiminde doğa bir ana olarak sembolize edilir. Koloniyalizm ve kölelik sürecinde doğa, doğaüstü ilişkiler çerçevesinde cezalandıran ve ödüllendiren bir güç olarak tanımlanır; feodalizm de ise varoluşun hiyerarşik zinciri olarak algılanır; kapitalist üretim biçiminde doğa, atomik düzeyde mekanize edilmiş, ekonomik dönüşümün kuralları ile kontrol edilen, insan tarafından değişime uğratılabilen, özgürce tüketilecek varoluşsal bir hediye olarak algılanır.
Marksizm, tüketim çılgını kapitalist yaşam biçiminin aksine, üretim ve tüketim ilişkilerinin gerçek ihtiyaçlar temelinde düzenlendiği, doğayla barışık bir yaşamı önerir. Marks, Engels, Proudhon ve Morris genel olarak dünyanın endüstriyalizm ve kapitalizme geçiş sürecinde yaşamışlardır ve ekolojik kriz onların yaşadığı dönemde köklenmiş olsa da günümüzün en ciddi problemlerinden biridir. Ayrıca Habermas, Adorno, Horkheimer, Marcuse, Foster ve Bookchin gibi düşünürlerin katkıları ile Marksizm ve ekoloji ilişkisi yeniden değerlendirilmiş ve geliştirilmiştir. Kaldı ki Engels, insan ve doğa arasındaki ilişkinin insanın başka bir insana egemenliği ya da hakimiyeti gibi olmadığını belirtir; insanın düşünce ve beden olarak doğaya ait olduğunu, eğer bir üstünlükten bahsedilecekse bu sadece insanın doğanın yasalarını öğrenip onunla uyum içerisinde yaşayabilecek avantaja sahip olmasıdır. Marks’ın emek tanıtımı tamamen ekolojiktir, ona göre sosyal bir üretim olan emek işçi ve doğa arasında gelişen bir süreçtir. Bu süreç yani emeğin oluşum süreci doğa ve insan arasındaki ilşkiyi düzenler ve kontrol eder. Emek, insan ve doğa arasında karşılıklı bir değişim ve etkileşim sürecidir. Emeğe biçilen değerin anlamı sadece insan merkezci bir kazanım değil aynı zamanda evrimsel olarak insanın edindiği üretim eyleminin doğa ile barışık düzenlenmesi açısından da önemlidir. Marks’a göre emek ve doğa kapitalizme (kapitalist gelişme ve büyümeye) karşı hareket eder, çünkü her ikisi de üretim ve tüketim bağlamında sınırlıdır. Bu nedenle kapitalist neoliberal ekonomide doğa düşmanı emek-sermaye çelişkisi ekolojik krizi derinleştirmekten öte gitmemiştir.
Bununla birlikte Liebig’in 1840 yılında, Organic Chemistry in its Application to Agriculture and Physiology adlı eseri yayınlamış ve bu çalışmanın 1862 yılı baskısı İngiltere’de skandal yaratmıştır. Ekosistem ile barışık bir tarım modeli geliştirilmesi gerektiğini öneren Liebig Marks’ın gözünden kaçmaz ve Engels’e yazdığı mektupta Liebig’in çalışmalarının çok önemli olduğunu belirtir. Kapital’in birinci cildinde de modern tarımın yıkıcı etkisi ve Liebig’in önemli katkısı olarak not eder: “Büyük ölçekli tarım ve büyük ölçekli endüstri, isçileri yabancılaştırmakta ve toprağı yok ederek doğanın yasam koşullarının dengesini bozmaktadır” der. Bugün de içinde bulduğumuz problem tam da bu değil midir; saplantılı ve sınırsız endüstrileşme ile doğanın ve onun kaynaklarının koşulsuz sömürüsü ve aynı zamanda işçilerin emeklerinin sömürülmesi ile bireyin ve toplumun üretime ve yaşama yabancılaşması.
Bu noktada bahsedebileceğimiz ilginç bir makale ise Pauline Deutz’un geçen Şubat ayında Sustainable Development (Sürdürülebilir Kalkınma) dergisinde yayınladığı “A Class-Based Analysis of Sustainable Development: Developing a Radical Perspective on Environmental Justice (Sürdürülebilir Kalkınmanın Sınıf Temelli Analizi: Çevre Adaleti Üzerine Radikal Bir Perspektif) başlıklı çalışma. Bu çalışmada Deutz, sürdürülebilir kalkınma ekonomisinin ülkeler arası ve ülke içi ölçeklerde farklı sınıflar için, kaynakların ve ürünlerin kullanım ve erişim eşitliğinin adaletli olamadığı ve bu anlamda yani sosyo-ekonomik çıktıları bakımından aslında kapitalist ekonomiden farklı olmadığını belirtir. Temiz su, temiz hava, sağlıklı besin ve daha fazla yeşil alanın özellikle metropollerde yüksek gelirli kesimin faydalanabildiği, düşük gelirli olanların ise bu çevresel haklardan faydalanamadığını anlatmaya çalışıyor. Hatta birçok şirketin yeni bir popüler eğilim olarak işe alacağı işçilere “yeşil iş (doğal ve sağlıklı çalışma koşulları)” önermesi işçiler arasında haksız çalışma koşullarına da neden olmakta. Bu bağlamda çevresel/ekolojik adalet, faydalı (temiz hava, temiz su ve daha fazla yeşil alan) ve faydasız (hava kirliliği ve kirli su…vb.) kaynakların eşitlikçi dağılımı, demokrasi ve katılımcılıkla bağlantılı. Deutz, çevresel/ekolojik adaletin paylaşımının yine sınıf-sermaye çelişkisi içerisinde irdelenmesi gerektiğini, çünkü farklı sınıfların bu haktan adaletsiz paylaşımının olduğunu vurguluyor. Nature dergisinde yayınlanan makale çoğunlukla kadın hakları üzerinde yoğunlaşsa da Deutz yeşil politikaların ve sürdürüleiblir bir yaşamın işçilerin sorunlarından bağımsız olmadığını ve onların katkısı olmadan değişim gerçekleşemeyeceğini öneriyor. Ekolojiyi tehdit eden en büyük problem nüfus artışı gibi görünse de –bununla bağlantılı olarak- aslında daha büyük bir tehdit dünyanın büyük şirketlerinin doğa dostu olmayan çalışma politikaları. Güney Amerika’dan Asya’ya ve Afrika’ya büyük şirketlerin tahrib etmediği arazi neredeyse kalmadı. Doğanın bu anlamda sömürülmesi bu süreç içerisinde salt hayatta kalma çabasında olan işçilerin emeğinin sömürülmesinden bağımsız değil. Deutz bu ilişkiler aydınlatabilmek için dört temel kategori belirliyor; devlet, sermaye, işçi ve çevre. Devlet burada politik otoriteyi, sermaye kapitalist uygulamaları, isçi ise yetenek ve eğitime göre farklı gelir gruplarını ve çevre ise hava, su, enerji ve yerleşim alanı gibi doğal kaynakları niteliyor. Sermaye, işçi ve çevre birbiri ile kesişen üç farklı küme iken devlet yani otorite bunların hepsini kapsıyor. Sermaye ve işçinin kesişim kümesi birinci alan ve bu alan emeğin sömürülmesi olarak kapitalizmin ilk çelişkisi (kapitalistler işçi ödemelerinin düşük tutulduğu bir pazarı yaratır). Sermaye ve çevrenin kesişim kümesi ise ikinci alan ve bu alan ise kapitalizmin ikinci çelişkisi olarak geleceği düşünmeden doğal kaynaklar ve bütün ekosistemi bir yatırım alanı olarak sınırsız sömürüsü). Sermaye, işçi ve çevrenin kesişim kümesi ise kapitalizmin, ekonomik ve çevre politikalarının benzerliğini –her ikisini de bir sümürü ve kâr alanı olarak görmesi- yansıtmaktadır. Devlet politik bir otorite olarak bütün bu ilişkilerin bürokratik kontrolünü belirliyor. Bu noktada devlet ve sermaye aslında işçi emeğinin ve çevrenin, doğal kaynakların nasıl tüketileceği hakkındaki karar mekanizmasının baş aktörleri.
Ekolojik krizin çözümüne yönelik en önemli Marksist katkı özel mülkiyete olan eleştiri olmalı. Marks bireyin ve toplumun doğada özel mülkiyet sahibi olmaması gerektiğini söyler. Doğada insan dışında hiçbir canlının nesneler ile arasında mülkiyet ilişkisi yoktur. Bu öneri çok değerlidir ve ekolojik krizin çözümünün temel taşlarından biridir. Marks mülksüzlüğün daha doğal ve ekosistem yararına olacağını işaret eder. Kapitalist üretim ilişkilerinin birey ve toplumda sadece sistematik bir yabancılaşma değil, aynı zamanda bir canlı olarak içinde var olduğu doğaya ontolojik yabancılaşma yaratacağını vurgular. Marks’a göre, kapitalizmde insan-insan, insan-emek, insan-nesne ve insan-doğa arasındaki en önemli bağlantı paradır, doğa bir alışveriş merkezine dönüşür ve alınıp satılabilen bir meta haline gelir. Sadece doğa değil, kapitalizmde insan emeği alınır satılır ve böylece insan kendi yaşamını da satarak içinde yasadığı doğada özneleşmeden uzaklaşarak kimliksiz bir canlıya dönüşür. Metalaşan insanın doğada ontolojik olarak bir yeri yoktur. İnsanoğlu üretim için emeğin gücünü, hammaddeyi yani doğayı, teknolojiyi ve bireysel-toplumsal ilişkileri kullanır. Engels, kapitalizmin insanı “yüksek yıkıcı üstünlüğü ile doğanın efendisi” biçiminde tanımladığını söyler.
Bu anlamda makaleye geri dönersek, sürdürülebilir kalkınma politikalarından ziyade etkili bir değişimin ancak ekolojik krize ve toplumlar arası sosyal ve siyasal prolemlere çözüm oluşturacağını söyleyebiliriz. Bu değişim bugüne kadar sahip olduğumuz birçok alışkanlıklarımızı, ilişkilerimizi ve algılarımızı değiştirecek yeni bir kültürü sunmalıdır. Sürdürülebilir kalkınma ve bu çerçevede önerilen küçük göstermelik yasal değişiklikler bugüne kada bir iyileşme sağlamanın ötesinde uçurumu daha da derinleştirdi. Kapitalist tüketim politikaları sadece sınıflar arası eşitsizliklere ve ekolojik krize değil aynı zamanda bir birey olarak sosyal statümüzden tutun da kendi psişik dünyamızı yeniden biçimlendiren, kimlik kazandıran yaşamımızın olmazsa olmaz bir parçası haline geldi. Daha çok tüketerek ve edindiğimiz nesneler ile kendimizi ifade ettiğimiz bir sistemde yaşıyoruz, hatta bunun daha da ilerisi olan sanal ve dijital tüketimden bahsetmedim henüz. Yani birey bazında çevresel ilişkilerimizin her bakımdan tüketim politikaları ve nesneler ile kontrol edildiği bir zaman dilimindeyiz. Bireysel duyarlılıklarımız başka bir yaşam alternatifi düşünemeyecek düzeyde ve saplantılı bir biçimde kontrol altında. Hatta gezegenimizden bile vazgeçtik, bütün bilim kurgularımız bu dünyanın sona ereceğinden dolayı uzayda yeni dünyalar bulmaya çoktan şartlanmış. Sürdürülebilir kalkınma sadece doğaya daha az zararlı nesnelerin üretimini teşvik etmekten öte bir görev üstlenmemiş görünüyor. Neoliberal kapitalist ekonominin, sürdürülebilir kalkınma politikaları ekseninde “sürdürülebilir” kısmı ihmal edip “kalkınma” kısmına odaklandığı ortada. Bu nedenle, Deutz’un sınıf perspektifine atıf olarak “dünyanın bütün işçilerinin gezegenimizin geleceği için bir araya gelmesi” geriye kalan en gerçekçi umut.
Makaleler hakkında daha fazla bilgi için:
Ehrlich ve diğ., 2012. Securing Natural Capital and expanding equity to rescale civilization. Nature. Vol 486:68-72.
Deutz, P. A Class-Based Analysis of Sustainable Development: Developing a Radical Perspective on Environmental Justice. Sustaınable Development. DOI:10.1002/sd.1528
30 Mayıs 2012 Çarşamba
Adımlarımızın Kökeni; Ayağın Evrimi
Merhabalar! Aşağıdaki yazı Bilim ve Gelecek dergisinin Mayıs 2012 sayısında yayınlandı. Ancak okuma şansı edinememiş arkadaşlar için bloğa eklemeye karar verdim. İyi okumalar!
Theodosius Dobzhansky 1961 yılında yazdığı “Mankind Evolving; The Evolution of the Human Species (İnsanoğlu Evrimleşiyor; İnsan Türlerinin Evrimi)” adlı eserinin önsözüne Einstein’dan bir alıntı ile başlar; “Deneyimleyebileceğimiz en güzel şey gizemli olandır… ve dünyadaki en bilinmez olan dahi bilinebilir.” Einstein’dan esinlenen Dobzhansky, insanoğlunun bir bütün olarak yani kültürü ve biyolojisi ile tarihöncesinin çok önemli bilinmezlikleri içerdiğini vurgular. Dobzhansky, bilinmezliğin gölgesinde kalmış tarihimizin insan dışındaki canlıların ve birçok cansız ilişkilerin çalışılması ve incelenmesi ile aydınlatıldığını belirtir. İnsanın kökeni hakkındaki karanlığın üzerinde düşen bu aydınlığın projektörü Charles Darwin’in “On the Origin of Species (Türlerin Kökeni)” adlı eseridir. Benzer bir biçimde George Gaylord Simpson 1964 yılında yazdığı “Biology and Man (Biyoloji ve İnsanoğlu)” adlı eserinin “The Biological Nature of Man (İnsanoğlunun Biyolojik Doğası)” bölümüne Darwin’in 1871 yılı “The Descent of Man (İnsanın Türeyişi)” adlı kitabından bir alıntı ile başlar; “Çok sık ve emin bir biçimde insanoğlunun kökeninin asla bilinemeyeceği iddia edildi; ancak cahillik, bilgili olmaktan daha çok kendinden eminliğe yol açar.” Maalesef ülkemiz başta olmak üzere dünyanın diğer birçok ülkesinde Darwin’in analojisi ile “kendinden çok emin” politikacı, din adamı, sözde akademisyenler ve kimi yazarlar 21.yy’da biyolojik evrimsel değişimin olmadığını -maalesef 19.yy ortalarındaki bilgi seviyesi ve anlayış ile- kanıtlama çabasındalar. İnsanın kökenini sadece Yaratılış mitosuna atfederek, bilimin yöntemleri ile bilinemez olduğunu iddia ediyorlar. Hatta bu insanlar bir bilim merkezi olan Marmara Üniversitesinde “Bilim, Türler Arası Evrimi Neden Kabul Etmiyor?” temalı bir sempozyum düzenleyebilecek kadar kendilerinden eminler. Elbette kendilerinden bu kadar emin olan insanların da sempozyum düzenleme ve konuşma hakları demokratik olarak olmalı, zira ülkemizin içinde bulunduğu “ileri demokraside” bilimselliğin ölçütünün gerçek bilim yöntemi ve bilgi seviyesi olmadığı gün gibi ortada. Ayrıca sempozyum duyurusunda Yaratılış mitosunu “bilim, özgürlük, eşitlik, diyalektik, dogma ve ideoloji” gibi otorite ve güç karşıtı kavramların “mağdur” retoriği içeriğinde kullanılıp haklı çıkmaya çalışmaları ucuz ve post-modern bir takiyeden öte gidemiyor. Bilim ve efsane arasındaki yegâne farkın “kanıt” olduğunu unutmadan dini hassasiyetleri ile hareket eden bu insanların en kısa zamanda kendilerinden bu kadar “emin” olmaktan “şüphe” etmeye başlamalarını umut ederek konuyu fazlaca dağıtmadan başlamak istiyorum.
Yohannes Haile-Selassie son 20 yıldır arazi çalışmalarını çoğunlukla Etiyopya’nın Afar bölgesinde periyodik olarak sürdürmekte. Ekibi ile birlikte 2000’lı yılların başlarında Afar bölgesinde Western Margin (Batı Kenarı) lokalitesinde Ardipithecus kadabba’ya ait fosilleri bularak paleoantropoloji alanında onemli bir keşife imza attı. Yaklaşık olarak 5.8 milyon yıl öncesine tarihlendirilen bu tür 1994 yılında keşfedilmiş olan Ardipithecus ramidus türünün atası olarak tanımlandı. Haile-Selassie, çalışmalarını bir süre bu lokalitede sürdürdükten sonra jeolojik olarak daha genç yaşlı çökellerin bulunduğu Woranso-Mille bölgesinde araştırmalarını yoğunlaştırdı. Bu bolgede bulunan önemli lokalitelerden biri de 3.2-3.8 milyon yılları arasına tarihlendirilen Burtele. Haile-Selassie ve ekibi, Burtele lokalitesinden keşfedilmiş ayak iskeletinin bilimsel çalışmasını bir makale ile Nature dergisinin 29 Mart 2012 sayısında duyurdular. Bu lokalitenin radyometrik tarihlendirmesi 3.4 milyon yılı işaret ediyor. Haile-Selassie ve makalenin diğer yazarları ayak iskeletinin morfolojik farklılıklarından dolayı çağdaşı olan Australopithecus afarensis’ten biyomekanik olarak daha farklı bir dik yürüme biçimine sahip olduğunu ileri sürdüler. Ayak başparmağının diğer parmaklardan yana doğru daha ayrık oluşu ve ayak tabanı arkının olmayışı Au. afarensis’ten daha çok Ardipithecus ramidus özelliği. Araştırmacılar bu fosil keşif ile birlikte özellikle Afrika’nın Geç Pliyosen (2.6 ile 3.5 milyon yıllar arası) döneminde birden fazla hominid türünün var olduğunu kanıtlamanın yanı sıra Ardipithecus benzeri biyomekanik hareket biçiminin Geç Miyosen’den Pliyosen sonuna kadar devam ettiğini öneriyorlar.
Şekil 1 Burtele fosil lokalitesi (Haile-Selassie ve diğ., 2012, Science, Vol 483:565). Çalışma alanı Au. afarensis buluntu alanı Hadar lokalitesinin kuzeyinde ve yaklaşık olarak 50km uzaklıkta.
Bu çalışmayı okuduktan sonra bir paleontolog olarak benim aklıma gelen –kolay anlaşılır olması açısından detaylı olanları bir kenara bırakırsak- sorulardan en önemli iki tanesi şöyle; İnsan evriminde kaç farklı dik yürüme hareket biçimi vardı ve insan soyuna direk atalık eden tür nasıl bir ayak morfolojisine sahipti? Bu soruları takip ederek yeni buluntuyu irdelemenin ve anlamaya çalışmanın faydalı olacağını düşünüyorum. Ancak bu sorular çerçevesinde bilgi ve yorum içerikli bir kazı yapmaya başlamadan önce dikkatinizi çekmek istediğim başka bir nokta var. Bu nokta muhtemelen yukarıdaki soruların daha iyi sorgulanabilmesi ve anlaşılabilmesi için hem bir yazar olarak bana hem de siz okurlara gerekli olan kuramsal katkıyı sağlayabilir. Uluslararası paleoantropoloji bilim masasında güncel bir tartışma konusu olan bu noktayı “insan evriminde farklı biyomekanik adaptasyonları ile aynı jeolojik zaman diliminde ne kadar fazla hominid evrimsel çizgisi olabilir?” sorusu ile tanımlayabiliriz. Bu bağlamda aşağıda değineceğim konular paleoantropoloji biliminin tarihsel ve kuramsal gelişiminin yanısıra insan evrimi çalışmalarında araştırmacıların bakış açılarını belirlediği için bir önceki cümlede geçen soru ile direk olarak bağlantılı. Stephen Jay Gould’un doktora öğrencisi paleontolog David Sepkoski ve felsefe profesörü Michael Ruse’un editörlüğünde yayınlanan “Paleobiological Revolution; Essays on Growth of Modern Paleontology başlıklı kitap çalışmasında insan evriminin paleontoloji bilimindeki yeri ve kuramsal gelişimi hakkındaki bölümün (Ladders, Bushes, Punctuations and Clades: Hominid Paleobiology in the Late Twentieth Century, sayfa 122) yazarı paleoantropolog Tim White, insan evrimi çalışmalarında bilimsel bilginin ve hipotezlerin kullanılarak soyağacı oluşturulmasında kuram ve model yorumlarının çok önemli olduğunu belirtiyor.
Merdivenin Basamakları, Çalının Dalları ve Kesintili Denge
İnsanoğlunun ve diğer canlıların kökenleri hakkındaki karanlık gölgeyi aydınlatan Darwin’in projektörü ondan sonra üretilen çalışmalar ile daha büyük bir alanı aydınlatacak biçimde güçlendi. Darwin bugün yaşıyor olsaydı sanırım evrimsel çalışmalarda gelinen seviyeyi büyük bir heyecan ile karşılardı. Moleküler biyolojiden astronomiye geniş bir yelpazede birçok disiplin yaşamın evrimsel değişimi hakkında mikro ve makro ölçeklerde yeni bakış açıları kazandırıyor. Paleoantropolojinin bir disiplin olarak insan evrimi çalışmalarına yeni anlayışlar getirmesini sağlayan tarihsel dönüşüm ise bundan yaklaşık olarak 60 yıl önce gerçekleşmiştir. 1950 yılında gerçekleşen bu tarihsel dönüşümün mekanı ABD’de New York eyaletinde Cold Spring Harbor Laboratuarında düzenlenen ve 9 gün süren “Origin and Evolution of Man (İnsanın Evrimi ve Kökeni)” temalı sempozyum ve bu değişimin mimarları ise -tüm katılımcıların katkısının yanısıra- biyolog Dobzhansky ile antropolog Sherwood Washburn olmuştur. Dünyanın en ileri gelen antropologlarının katıldığı bu sempozyuma ülkemiz adına da önemli bir isim katılmıştı; Muzaffer Süleyman Şenyürek. Sempozyum boyunca bütün oturumlara aktif olarak katılmış ve hareretli tartışmalara girmiştir. Onun bu toplatıdaki rolü ve ülkemiz antropoloji bilimine katkısı mutlaka yazılması gereken ayrı ve özel bir çalışma konusu. Bu sempozyumun antropologlar için önemi, Dobzhansky, Mayr, Simpson, Haldane, Stewart, Schultz ve Howells’ın katkıları ile modern sentezi yani Mendel ve popülasyon genetiğini öğrenmeleri oldu. Ernst Mayr da 1950 Cold Spring Harbor sempzoyumunda önemli bir rol üstlenmişti ve bu sempozyumu, modern evrimsel sentezin insan evrimi çalışmalarına entegre edildiği bir dönüm noktası olarak değerlendirdi.
1944 yılında Dobzhansky sirke sinekleri ile çalışmaya ara verip insan evrimi çalışmaları ile ilgilenmeye başlar. Simpson ve Dobzhansky’nin ortak kararı antropologların popülasyon düzeyinde evrimsel ilişkileri anlamakta ve yorumlamakta sorunlar yaşadığı ve ayrıca yeni tür isimlerini sistematik ve taksonominin isimlendirme kurallarına uymadan verdikleri yönünde oldu. Bu dönemde paleoantropologların birçoğu anatomi bilimi kökenliydi ve tür isimlerini sistematik bir gereklilikten ziyade daha çok buldukları fosillere oluşturdukları etiketler olarak düşünüyorlardı. 1800’lü yılların sonları ve 1900’lü yılların neredeyse ortalarına kadar antropologlar buldukları her yeni fosil buluntuya yeni bir tür ismi verdiler. Dobzhansky, belirli bir zaman diliminde birden fazla hominid türünün aynı anda varolamayacağını düşündü. Çünkü evrimsel değişimin birey düzeyinde değil popülasyon düzeyinde anlaşılabileceğini ileri sürdü ve tek bireye ait hominid fosillerinin farklı popülasyonlar arası evrimsel ilişkileri çözemeyeceğine inanıyordu zira popülasyonlar arası morfolojik varyasyonların anlaşılabilmesi için daha fazla buluntuya ihtiyaç vardı. Bu nedenle her yeni keşife yeni bir tür ismi vermeyi sakıncalı buldu. Ayrıca bir anatomist olan Adolph Schultz’un kuyruksuz büyük maymunların tür içi morfolojik varyasyonun derecesini anlamak için yaptığı çalışma sonucunda, tür içi varyasyonun popülasyonlar arası varyasyondan daha büyük olduğu anlaşıldı. Bu nedenle Dobzhansky de Mayr’ın önerisini takip ederek antropologlara iki farklı popülasyonu salt bir bireyin morfolojik özelliklerini tanımlayarak ayıramayacaklarını anlattı. 1950 yılında mevcut 30 cins ve 100’den fazla tür ismi dünyanın farklı bölgelerinden keşfedilen hominidlere verilmişti. Washburn sempozyumda sunduğu hominidlerin sınıflandırılması ile ilgili çalışmada bu durumu “bütünüyle bir karışıklık” şeklinde değerlendirdi. Bu karışıklık sadece hominid fosilleri için geçerli değildi, yaşayan şempanzeler için de 21 cins ismi ve 73 tür ismi verilmişti. Mayr sempozyumda yaptığı konuşmada bütün hominid fosillerini sadece bir cins ismi altında toparladı; Homo. Mayr’a göre Homo cinsinin türeme mekanizmalarına karşı adaptasyonları ile farklı türlere ayrışması engellenmiş olmalıydı.
George Gaylord Simpson bu sempozyumda insan evrimi çalışmaları konusunda uzmanlaşmış dinleyicilere modern sistematiğin prensiplerini öğretti. Antropologları kaba antropometrik ölçümlere dayalı cinsiyet ve yaşlandırma yöntemleri kullanarak türler arasındaki morfolojik farklılıkları belirlemeye çalıştıkları için eleştirdi. Mayr, Dobzhansky ve Simpson antropologların modern evrimsel sentezi, biyolojik tür konseptini ve taksonomik tür isimlendirme kurallarını kabul etmelerini ve çalışmalarında kullanmalarının öneminin altını çizdiler. Böylece paleoantropoloji bilimi modern evrimsel sentezin çatısı altında çalışmalarını sürdürme kararı aldı. 1953 yılında Sherwood Washburn bu gelişmeleri bir makale içerisinde toparladı ve “New Physical Anthropology (Yeni Fiziksel Antropoloji)” başlığı altında bu disiplini yeniden kimliklendirerek tanıttı. Washburn manifestosunda Modern Sentez öncesi eski fiziksel antropoloji ve Modern Sentez sonrası yeni fiziksel antropoloji çalışmalarını karşılaştırdı. Buna göre özet olarak eski sistem çalışma süreci:
Amaç: Farklılıkların basit tanımı.
Kuram: Görece az ve önemsiz.
Metot: Sınıflandırma amaçlı basit morfometrik ölçümlere ve kaba tipolojik karşılatırmalara dayalı analizler ile ilerleyen ve ağırlıklı olarak (%80) antropometrinin kullanıldığı yöntem.
Yorum: Spekülasyon.
ve yeni sistem;
Amaç: Sınıflandırma sadece çalışmanın küçük bir parçası, önemli olan nedenleri, süreçleri, değişimleri ve görünümleri fonksiyonel ve çok yönlü bağlamda anlayabilmek için gerekli ve doğru bilimsel sorulara sahip olabilmek.
Kuram: Kuram çok önemli, çünkü bilimsel değişimin sürekliliğini yansıtıyor ve en önemlisi deneyler ve analizler ile sınanan hipotezin bir kuram içerisinde sunulabilmesi ya da o alanda mevcut bilimsel paradigmaya kuramsal katkı yapması o çalışmanın kalitesini yansıtıyor.
Metot: Araştırmacının çalışmasını disiplinler arası çok yönlü ve çeşitli analizler ile desteklemiş olması beklenir. Antropometrik ölçüm çalışmanın ana metodu değil sadece % 20’si olabilir.
Yorum: Çalışmanın omurgasını oluşturan hipotezin gerçekliği ve doğruluğunun kanıtların çok yönlü analizler ile sınandığı tartışma ve devamında araştırmacının ilgili konuda sonuca ulaşan yorumu.
Washburn, 1950 yılı Cold Spring Harbor sempozyumundan ancak 12 yıl sonra hominidlerin sınıflandırılması temalı bir konferans düzenledi. Bu süreçte Afrika’da hominid keşifleri arttı; Güney Afrika’da iri yapılı Australopithecus ve Doğu Afrika’da ise diğer bir iri yapılı tür keşfedildi. Bu durum Dobzhansky ve Mayr’ın aynı anda benzer özelliklere sahip iki farklı insan türünün varolamayacağı tezini çürütmüştü. Ancak Mayr, marjinal ve ender bir durum da olsa iki farklı hominid türünün paralel adaptasyonlara sahip olabileceği ve birlikte varolabileceğine karar verdi. Daha sonraki buluntular Homo cinsi ve Australopithecus cinsinin türlerinin birlikte yaşadığını da kanıtladı.
Günümüzde yaklaşık 27 hominid türü biliniyor ve bunların yarısı 1990’lı yılların ortasından itibaren keşfedildi. 1970’li yıllara kadar hominid fosillerinin evrimsel yorumunda Darwin’in tedrici ve çizgisel evrim anlayışı egemendi. Buna göre evrimsel değişim yavaş yavaş küçük değişimlerin birikmesi ile bir merdivenin basamaklarının birbirini takip etmesi gibi çizgisel bir biçimde ortaya çıkıyordu. Mayr’ın baskısı da antropologlarda bir oto-kontrol oluşturdu ve yeni tür isimlendirmelerinde daha çekingen davrandılar, böylece insan evriminde tek tür anlayışı görece egemen olmuştu. 1970’li yılların başlarında Stephen Jay Gould ve Niles Eldredge’in kesintili denge (punctuated equilibrium) evrim modelini sunmaları ve ayrıca kladistik sınıflandırma biçiminin hominid evrimine uygulanması tedrici evrim modeline alternatif oluşturdu. Kladistik sınıflandırma kısaca zamandan bağımsız olarak türlerin ilkin ve türemiş karakterlerinin araştırmacı tarafından belirlenip olası ağaçların (kladogramlar) karşılaştırılması ve istatiksel olarak en uygun olanının kullanılması şeklinde açıklayabileceğimiz bir evrimsel soyağacı oluşturma metodudur. Ancak son yıllarda paleoantropologların büyük bir çoğunluğu insan ataları dahil olmak üzere bütün primat türlerinin tür-içi ve türler-arası çok yüksek morfolojik çeşitliliğe ve yine yüksek değerlerde homoplasiye sahip olduklarından dolayı kladistik sınıflandırma metodunun uygulanmasına şüphe ile yaklaşıyorlar.
Gould’un kesintili denge evrim modelinin paleoantropolojide yaygın bir biçimde kabul görmesi ve fosil buluntuların sayıca artması ile birlikte insan evriminde tür çeşitliliğinin düşünüldüğünden daha fazla olduğu ortaya çıktı. 20.yy’ın sonları ve içinde bulunduğumuz 21.yy’ın başlarına yeni keşifler ile hominid paleo-biyoçeşitliliği damgasını vurdu. Modern Sentez (1950) öncesi paleoantropoloji çalışmalarına getirilen en önemli eleştiri paleoantropologların her yeni buluntuya yeni bir isim vermesinin yarattığı sistematik karmaşaydı. Ancak Tim White, 2009 yılında Darwin’in doğum günü ve Türlerin Kökeni kitabının anması için ironik olarak yine Cold Spring Harbor Laboratuarı’nda düzenlenen sempozyumda, kladistik sınıflandırma ve kesintili denge evrim modeli kullanılarak oluşturulan hominid sistematiğinin de problemler barındırdığını vurguladı. Kesintili denge modeli ve kladistik analiz ile olulturulmuş hominid paleo-biyoçeşitliliğinin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğinin altını çizdi.
Modern Sentez ya da 1950 Cold Spring Harbor sempozyumu sonrası insan evrimi çalışmalarında diğer önemli bir dönüm noktası ise Darwinist evrim mekanizması yani filetik-tedrici evrim modeline karşı kesintili denge (punctuated equilibria) modelinin insan evrimine uygulanması oldu. Bu nokta önemli çünkü bir paradigma olarak seçtiğiniz evrim modeli, türler farklılıkları belirlerken kullandığımız morfolojik karakterlerin evrimsel ilişkiler içerisinde analiz edilmesi ile kurulacak soyağacı yorumunu biçimlendirecek. Filetik tedrici evrim modelinde insan evrimi çoğunlukla atadan toruna ilerleyen tek bir hominid çizgisi ile temsil edilirken kesintili denge evrim modeline göre insan evrimi birden fazla hominid çizgisinin soyağacında yer aldığı daha çok bir çalıyı andırır. 1976 yılında Stephen Jay Gould’un yazdığı makale “Ladders and Bushes in Human Evolution (İnsan Evriminde Basamaklar ve Çalılar)” insan evriminde bir değil birden fazla hominid çizgisinin yer aldığını hatta 20.yy’ın sonuna kadar da bunun ikiye katlanacağını yazdı. Gould tahmininde yanılmadı, mevcut fosil kayıtlar eskiye göre iki kat arttı. Bununla birlikte insan evriminde tek tür hipotezi iki farklı hominid olan Homo erectus ve Australopithecus fosil insanların Koobi Fora’da aynı tabakada bulunması ile birlikte bütünüyle çürütülmüş oldu. Bu iki farklı hominid türü aynı zaman diliminde yine aynı cografyada birlikte yaşamışlardı. Sadece bu iki tür değil günümüzde Burtele hominid keşfi ile Ardipithecus’un Australopithecus afarensis ile, Neanderthal insanının modern insan ile, Asya’da Hobbit olarak bildiğimiz Homo floresiensis’in yine modern insan ile birlikte aynı dönemlerde yaşadığını biliyoruz. Hatta bazı son buluntuların atasal DNA analizleri daha fazla türün bir arada yaşamış ve hatta birbirleri arasında melezleşmiş olabileceğini dahi öneriyor. Bununla birlikte yaklaşık olarak 150 yıl önce keşfedilmiş Neanderthal insanın soyağacındaki yerinin ve modern insan ile olan evrimsel ilişkisinin son yıllarda büyük ölçüde anlaşılabildiğini hesaba katarsak bilimsel çalışmaların hayli zaman aldığını ve üstün bir çaba gerektirdiğini unutmamalıyız.
Kaç Farklı Dik Yürüme Biçimi ve Ayak Morfolojisi?
Şekil 2 Yaklaşık 6 milyon yıl önce atalarımız hominidler şempanze ile ortak atadan evrimsel olarak ayrıştıktan sonra çeşitli morfolojilerde ayak iskeletine sahip oldular. Erken hominidlerden Ardipithecus ramidus’un ayak morfolojisi hem karada dik yürümeye hem de agaçlara tırmanmaya uyum sağlamıştı. Ancak şekilde de görebileceğiniz gibi Ardipithecus’un ayak başparmağı şempanzeninkine benzer bir anatomide konumlanmış. Bu da Ardipithecus’un insandan daha çok şempanze gibi dik yürüdüğünü düşündürüyor. Australopithecus’lar Ardipithecus’tan daha büyük topuk kemiğine ve görece daha belirgin taban arkına sahipler, bu da onların daha yetenekli dik yürüdüğünün kanıtı. Homo cinsinin evrimi ile birlikte ağaç yaşamının artık sona erdiği ve mecburi dik yürüme ile karasal yaşamın başladığı belirginleşir. Ancak ilginç olan, dik yürüme ve agaç yaşamı kombinasyonuna uyum sağlamış ayak morfolojisinin uzun süre insan evriminde varolmasıdır (Lieberman, 2012, Science, Vol 483:550).
İnsanın evrimsel soyağacında kaç farklı hominid çzigisinin olabileceğine dair olan tarihsel arka planın ardından son bir yılda farklı dik yürüme biçimleri hakkında ileri sürülen keşiflere kısaca göz atabiliriz. Bilim ve Gelecek dergisinin 95. sayısında Australopithecus sediba türünden yola çıkarak ayak morfolojisi, dik yürüme ve çevre ilişkisine değinmiştim. Berger, yaklaşık olarak 2 milyon yıl öncesine tarihlendirilen Güney Afrika buluntusu Australopithecus sediba’nın ilkin topuk kemiğinden ve ayak bilek morfolojisinden yola çıkarak bu türün farklı bir dik yürüme biyomekaniğine sahip olması gerektiğini önerdi. Au. sediba’nın ayak morfolojisinin ilginç özelliği küçük ve görece ilkin bir topuk kemiğine sahip iken aynı zamanda Homo cinsinde olduğu gibi belirgin bir taban arkına sahip olmasıydı. Ayrıca kalça kemiğindeki Homo benzeri morfoloji Au. sediba’nın Homo cinsine atalık etmiş olabileceğini de akıllara getirdi. Bununla birlikte Tim White, fosillerin ait olduğu bireyin henüz çocuk yaşta olması biyolojik gelişimi henüz tamamlanmadığı için Homo benzeri morfoloji ile neotenik bir yanılma yaratıyor olabilir dedi. Bu konudaki detaylı tartışma için Bilim ve Gelecek dergisinin 95. sayısındaki ilgili yazıya ulaşabilirsiniz.
Dik yürüme hareket biçimi, insan ve şempanzenin ortak atasından ayrılan ve biz insana gelen evrimsel potansiyeli karakterize eden morfolojik değişimdir. Bu bağlamda bütün primatlar takımında sadece hominidlere özgü bir karakterdir. Ancak hominid ailesi içerisinde bütün türler dik yürüdüğü halde dik yürümenin evrimi ve derecesi farklılık göstermektedir. Yohannes Haile-Selassie ve makalenin diğer yazarları, Burtele fosil ayak iskeleti keşfinin neredeyse Australopithecus afarensis ile çağdaş olmasına rağmen daha ilkin bir dik yürüme hareket biçimine sahip olduğunu ileri sürdü. Bu yeni buluntu Au. afarensis ile çağdaş olmasına rağmen morfolojik olarak daha ilkin özelliklere sahip olan Ardipithecus ramidus’un ayak morfolojisi ile benzerlikler taşıyor. Ardipithecus’un ayak morfolojisi kara üzerinde yürümeye olanak sağlarken aynı zamanda uzun ve ayrık başparmağı sayesinde kavrayıcı bir özelliğe de sahip. Ancak buna zıt olarak Au. afarensis’in ayak tabanının iç kısmı bizimki gibi iç bükey ve başparmağı yine bizimki gibi diğer parmaklara yakın ve paralel. Haile-Selassie, henüz tür ismi vermediği bu keşife isim vermek için daha fazla veriye ihtiyaç olduğunu düşünüyor. Ancak mevcut veriler ile Burtele hominidi Ardipithecus ve Au. afarensis arasında mozaik morfolojik karakterleri yansıtıyor. Bununla birlikte, Haile-Selassie 3 ve 4 milyon yıllar öncesi uyumsal olarak farklılaşmış yeni bir hominid evrimsel çizgisinin olabileceğini de temkinli bir biçimde göz ardı etmiyor.
Şekil 3 Burtele ayak iskeleti. (a) ayak iskeletinin üstten görünümü; (b) birinci ayak tarak kemiğinin üstten, alttan, dış yandan, iç yandan, önden ve arkadan görünümü; (c) İkinci ayak tarak kemiğinin üstten, dış yandan, iç yandan, önden ve arkadan görünümü; (d) Ön başparmak kemiğinin üstten, dış yandan, iç yandan, önden ve arkadan görünümü; (e) İkinci ve dördüncü ön parmak kemikleri ile ikinci orta parmak kemiğinin dış yandan görünümü; (f) Dördüncü tarak kemiğinin üstten, alttan ve dış yandan görünümü (Haile-Selassie ve diğ., 2012. Science, Vol 483:566)
Paleoantropologlar dik yürümenin evrimsel derecesini iki aşamada değerlendiriyorlar; alışılmış dik yürüme (habitual bipedalism) ve mecburi dik yürüme (obligate bipedalism). Alışılmış dik yürüme erken hominidler (Sahelanthropus, Ardipithecus ve Orrorin) ve Australopithecus (Au. anamensis, Au. afarensis, Au. africanus, Au. garhi, Au. sediba, Au. aethiopicus, Au. robustus ve Au. boisei) türlerinin paylaştığı hareket biçimidir. Bu evrimsel aşamada türler rahatlıkla dik yürüyebildikleri halde sürekli bir davranış olarak kazanmamışlardır ve vücut morfolojileri onların henüz agaç yaşamından bütünüyle kopmadıklarını göstermektedir. Mecburi dik yürüme hareket biçimi ise Homo cinsi ile karakterizedir. Homo sapiens olarak bizlerin de dahil olduğu bu cinsin üyeleri yaklaşık 2 milyon yıl önce sürekli dik yürüme hareketini gerçekleştirebilecek bir vücut iskeletine evrimleşmiştir. Özellikle vücut ağırlığımızı dik konumda yere ileten büyük topuk kemiği ve yürürken vücüt ağırlığını topuk kemiği ve başparmağın tabanı arasında ileri geri iletilmesini sağlayan gelişmiş taban arkının Homo cinsi ile birlikte tamamen -yani bizimkine benzer biçimde- evrimleştiğini söyleyebiliriz.
Tekrar başta sorduğumuz sorumuzu hatırlayalım; insan evriminde kaç farklı dik yürüme biçimi vardı ve insan soyuna atalık eden hominid türü nasıl bir ayak morfolojisine sahipti? Şekil 2’de görebileceğiniz gibi mevcut fosil kanıtlara göre insan evriminde kabaca 4 farklı ayak morfolojisinden bahsedebiliriz; şempanze ve insanın ortak atasının ayak morfolojisi (şempanze benzeri), Ardipithecus’un ayak morfolojisi (erken hominidler), Australopithecus’lar ve bizim yani Homo cinsinin ayak morfolojisi. Bununla birlikte fonksiyonel uyum yani biyomekanik bakımdan bu dört grubu yukarıda belirttiğim gibi iki evrimsel kümede toparlayabiliriz; Alışılmış dik yürüme (erken hominidler ve Australopithecus’lar) ve mecburi dik yürüme (Homo cinsinin bütün üyeleri). Bütün bu ayak morfolojileri içerisinde insan soyuna atalık eden hominidin ayak morfolojisi dik yürüme sırasında vücut ağırlığını taşıyabilecek büyüklükte ve güçte topuk kemiği, yürüme sırasında vücut ağırlığını topuk kemiği ve başparmak tabanı arasında iler geri aktarabilecek taban arkı, görece kısalmış ve düzleşmiş ayak tarak kemikleri ve ayak ile kaval kemiği arasında güçlü ve dik bileğe sahip olmalıydı.
Darwin’in çalışmaları ile aydınlatmaya başlayan projektör o günden sonra eklenen çalışmalar ile daha da güçlü aydınlatıyor ve her yeni fosil keşif Dobzhansky’nin analojisi ile insanın kökeni hakkındaki bilinmezliklerin bilinebilir olduğunun yegane kanıtı olmaya devam ediyor. Yeterki insanın evrimsel kökeninin asla bilinemez olduğunu kendinden çok emin bir biçimde iddia eden o insanlar gibi karanlığın içinde bilgisiz kalmayın. Yazımı, Muzaffer Süleyman Şenyürek hocamızın 1940 yılında, henüz fosil buluntuların çok sınırlı olduğu ve bilimsel yöntem ve metotların yetersiz olduğu bir dönemde (Stephen Jay Gould benzer bir cumleyi ancak 1970'li yılların sonunda kurmuştur) yazdığı “İnsanin Tekâmülü” adlı makalesinden bir alıntı ile sonlandırmak istiyorum; “insanı insan yapan iki ayak üzerinde şakuli yürüme usulü olmuştur… Bugünkü insan yüz binlerce sene süren uzun ve bati bir tekâmülün mahsulüdür. İnsanin iptidai bir maymun cedden geldiğine hiç şüphe yoktur”.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)